Söz konusu yazıyı sol-sosyalist kesimin Koç hanedanına alenen yaltaklanmasının resmi olarak okurlarımızın ilgisine sunuyoruz:
KOÇ AİLESİNİN ‘SAGA’SI VE BİR KOÇ’UN ÖLÜMÜ
TANER TİMUR / BİRGÜN
Her ölüm üzücüdür, özellikle de erken ölümler; ne var ki bazı ölümler üzücü oldukları kadar düşündürücü de oluyorlar. Mustafa Koç’un hayata veda edişi de bende böyle duygular uyandırdı; hem üzüldüm, hem de geçmişe daldım; tarihi sorguladım.
Kendisiyle hayatta bir kez karşılaşmıştım; bir ödül töreninde, uzaktan uzağa. Koç Vakfı, 2012 yılında “eğitim” alanına ayırdığı ödüle, bizi de sevindiren bir seçimle, eski hocamız ve şimdiki dostumuz Nermin Abadan Unat’ı layık görmüştü. O günden beri de Mustafa Koç denilince, gözlerimin önüne, ödülü takdim ederken güzel bir konuşma yapan güleryüzlü, heybetli bir adam geliyor.
O törendeki konuşmasında genç holding başkanı, Dünya Ekonomik Forumu’nun verilerine göre Türkiye’nin eğitim alanında dünyada ne kadar gerilerde olduğunu anlatmıştı. Eğitim kalitesinde 94. sırada, matematik ve bilim alanında 103. sırada, öğretmenlerimizin eğitiminde 86. sırada, kadınların iş gücüne katılma oranında ise 133. sırada olduğumuzu hatırlatmıştı. Büyük burjuvazinin laik cumhuriyete bağlılığını gösteren ve bunu da yaşamı laik cumhuriyetle özdeşleşmiş bir akademisyeni ödüllendirerek simgeleyen güzel bir törendi.
•••
Koç ailesinin son yüz yıllık tarihi bu ülkede kapitalist gelişmenin hem hayati bir parçasını, hem de aynasını teşkil eder. Cumhuriyetle birlikte sermaye birikiminin nasıl başladığını, bu sürece devletin katkılarının ne olduğunu ve yabancı sermayeyle ilişki ağlarının nasıl örüldüğünü büyük ölçüde bu aynada okuruz. Ve her iktisat tarihçisi cumhuriyet yıllarını incelerken ister istemez biraz da Koç ailesinin tarihçisi olmak zorundadır. “İktisat tarihçisi” diyince de akla mutlaka diplomaları, akademik dereceleri olan biri gelmesin. Örneğin bu konuda belki de en öğretici eseri ilkokul diplomalı biri verdi: Vehbi Koç; 1973’te yayınladığı “Hayat Hikâyem” başlıklı eseriyle. Bu da doğal değil mi? Demiştik ya, bu ülkede kapitalizmin tarihi Koç’ların tarihiyle karışıyor. Bunu da en iyi kim anlatabilir?
•••
Koç ailesinin “saga”sı geçen asrın ilk yıllarında Ankara’nın ticari bir mahallesinde başlıyor. O günleri anarken, kurucu baba, “çocukluğumun geçtiği yıllarda evlerimizde ne akar su, ne elektrik ne de ısınmak için kömür sobası vardı” diyor. Dede Koç’un hayata başladığı maddi ortam işte bu; o tarihlerde sıradan bir ailenin yaşam çerçevesi!
O da benzer bir yoksulluk içinde. Fabrikalar, bankalar, büyük imalathaneler hak getire! Olduğu kadarıyla ticaret ve zanaat hayatı da daha çok gayrimüslimlerin elinde. “O yıllarda, diyor Vehbi Koç, her dükkân açan Türk, başka bir şey bilmeyip bakkallıktan işe başladığı için, biz de bakkallıktan başladık”. Ve bu koşullarda, toplumsal hiyerarşi de şöyle oluşuyor: “Ankara’nın en önemli insanları resmi erkândı. Şehirde vali, belediye reisi, defterdar, müftü, nüfus başkâtibi çok büyük kişilerdi. Vali vilayetten çıkıp çarşıdan geçerken, herkes işini gücünü bırakıp ‘Vali Paşa gidiyor!’ diye selamlardı. Bugün bu tören devlet ve hükümet başkanlarına bile yapılmaz oldu”. Kemal Tahir’in 1970’lerde büyük tartışmalara yol açan “Devlet Ana”sının 1910’lardaki temsilcileri. Panellerde “bu ülkede acaba ulusal ve devrimci bir burjuvazi var mı?” diye tartıştığımız günleri anımsıyorum…
•••
Toplumsal durum böyle; bir yanda Devlet ana, öbür yanda gayrimüslim iş dünyası ve bir yerlere gelebilmek için, Koç ailesi her ikisine de muhtaç.
Devlet’le ilişkiler daha Kurtuluş Savaşı başlarken, 19 yaşındaki Vehbi’nin BMM matbaasına tashihçi olarak girmesiyle kuruluyor. Genç tüccarın dilekçesini kabul eden de az buz biri değil; Meclis genel sekreteri Recep Peker. Geleceğin ünlü içişleri bakanı, onu “dükkân işini bırakacaksın!” diye sert bir şekilde ikaz da ediyor; öyle ya, hiç devlet memuru ticaretle uğraşır mı?
Derken vatan kurtuluyor, işler ilerliyor ve 1927’de Vehbi Bey evlenip dünya evine giriyor. Bu sırada çevresi de hayli genişlemiş durumda… Düğününde devlet ricalini Reşit Galip ve İstiklal mahkemelerinin ünlü “Ali”leri temsil ediyorlar. Sanat dünyasının temsilcisi ise Münir Nurettin Bey... Bir elinde kılıç, öbür elinde saz, doğrusu Vehbi Bey dengeyi iyi sağlıyor.
•••
Bu sınıfsal dönüşüm öyküsünün en dikkat çeken taraflarından biri de, Ermeni tehcirinden ve Yunan işgalinden sonra bile gayrimüslimlerin iktisadi yaşamımızda ne kadar önemli bir yer işgal ettikleri! Daha iş hayatına başlarken, “Çarşı’da Rum, Ermeni, Musevi komşularımız vardı; diyor Vehbi Bey; bu komşuların ne gibi işler tuttuklarını inceledim”. İnceliyor ve yararlanıyor. Gerçekten de iş hayatında önlenemez yükselişinin her aşamasında, Koç ailesinin ya bir Ermeni, ya bir Rum ya da bir Yahudi iş adamıyla işbirliği içinde buluyoruz. Ankara’dan İstanbul’a da Vehbi Bey, ilk adımlarını yine bir Ermeni ailesinin, İkizyan’ların yardımıyla atıyor. Ve Koç imparatorluğunun kuruluş öyküsü, bu yönüyle de Osmanlı Devleti’nin, gerçeklerden uzak bir “milleti hâkime - milleti mahkûme” saplantısı içinde nasıl bir entegrasyon kültürü yaratamadığını ve bununla da ciddi bir ekonomik potansiyelin nasıl harcandığını sergiliyor. Koç’ların iş alanında çağdışı din fanatizmi ve dar milliyetçilikten uzak tutumları kuşkusuz ailenin lehine kaydedilecek bir tutumdur.
2. Dünya Savaşı’ndan sonra Vehbi Bey’in Amerika’ya yaptığı seyahat, ailenin ticaretten sanayiye geçişinde de bir dönüm noktası olacaktır. Ne var ki savaş yıllarında karaborsacılık ve Milli Korunma Kanunu uygulamaları, şirket kârlarını artırmış olsa bile, iş dünyasını da kirletmiştir. Koç Holding kurucusu bu karanlık dönemi, özeleştiri de yaparak şöyle anlatıyor: “1939’dan 46’ya kadar kuruluş olarak ahlakımız bozuldu; duyduğumuz veya duymadığımız birçok olaylar geçti; tabii bilerek bilmeyerek müşteri karşısında biz de lekelendik”. Ne var ki Vehbi Bey’in “iki yıla yakın bir zaman düşünüp hazırlandığım” dediği Amerika seyahati ile yepyeni bir dönem başlayacaktır. Bu seyahatle ilgili –bugün bazı yönleriyle mizahi görünebilecek- anılarda, şirketin nasıl General Electric ile anlaşıp ampul üretimine başladığının öyküsünü buluyoruz. Sanayi imparatorluğuna gidecek yolun ilk taşı, böylece bu seyahatte konulmuştur. Gerisi hızla gelecektir.
•••
Burjuva demokrasilerinde sermayedar sınıf genellikle siyasetle yakından ilgilenir; fakat bunu pek de belli etmez, vitrinde görünmek istemezler. Oysa ilkel sermaye birikimini tek parti döneminde gerçekleştiren Koç ailesi bu konuda farklı bir çizgi izleyecektir. Öyle ki, Vehbi Bey, henüz 19 yaşındayken Ankara’da kurulan Müdafayı Hukuk Cemiyeti’ne kaydını yaptırıyor ve daha sonra da aynı doğrultuda ilerleyerek CHP’li oluyor. Buraya kadar güzel; fakat DP iktidara gelince işler de değişiyor; baskılar başlıyor ve giderek de ağırlaşıyor. Kendisinden CHP’den istifa etmesi ve DP’ye kaydını yaptırması istenmektedir. Vehbi Bey direniyor; böyle bir değişimin itibarını çok sarsacağını, kendisinin CHP’de hiçbir aktif görevi olmadığını, bu partinin iktisadi alanda önerdiği yedi önlemden hiçbirini kabul etmediğini söylüyor ve şunları eklemeyi de ihmal etmiyor: “1950 seçimlerinden sonra Halk Partisi’ne milyonlar bağışladığım yolundaki söylentilerin hepsi yalandır. 1954 ve 1957 seçimlerinde her iki partiye de yardım ettim”. Yine denge meselesi; hep dengeyi korumak lazım. Ne var ki bunlar fayda etmez; baskılar artarak devam eder ve sonunda da Vehbi Koç CHP’den istifa etmek zorunda kalır. Burada artık benim anılarım da devreye giriyor; radyodan her gün Menderes’in kurduğu “Vatan Cephesi”ne kayıt olanları dinlediğimiz o karanlık günleri anımsıyorum. Sonra giderek artan gerginlik, korsan mitingler, sokak çatışmaları, kurşunlanan Mülkiye duvarları ve sonunda da bir sabah radyolardan “iktidara el koyduk!” diye gürleyen bir ses! Her halde o gün Vehbi Bey de rahat bir nefes almış olmalı; hayat öyküsünde “27 Mayıs Devrimi’nden sonra Milli Birlik Komitesi’ne ve onu izleyen hükümetlere yazılı veya sözlü görüşlerimi açıkladım” diyor. Görüş açıklamakla da yetinmiyor ve halk yüzüklerini, bileziklerini darboğazdaki Hazine’ye bağışlarken, o da “yıllardır biriktirip sakladığı 26 kilo külçe altını” Devrim hükümetine hediye etmekten kendini alamıyor... Ve artan itibar; birbirini izleyen hükümetler; krizler; giderek büyüyen sermaye...
•••
Büyük iş adamının anılarında yıllarca önce altını çizdiğim bazı satırları tekrar okurken Perşembe günü kaybettiğimiz torununu, Mustafa Koç’u düşündüm. Dev bir kuruluşu genç yaşlarında yıllarca yöneten bu üçüncü nesil temsilcisi, yaşam öyküsünü yazamadan bu dünyadan göçtü. Yine de dostlarının anlattıkları, magazin dünyasına sızan haberler ve bir fotoğrafçı olarak sergilediği resimler, dedesininkinden çok farklı ve çok daha renkli bir hayatı imliyor. Sevecenmiş, kalendermiş, halka yakınmış ve en önemlisi de laik bir cumhuriyetçi, samimi bir Atatürkçü imiş; yakınları onu böyle anlatıyorlar. Başta söyledim, ben de Mustafa Koç’la tek bir defa ve bu tabloya uygun bir atmosferde karşılaştım.
Oysa şu da var: Evet, dedesiyle yaşantısı çok farklı; ne var ki sermaye-siyaset ilişkileri onların kaderlerini yine de bir noktada birleştiriyor. Dün dedesi nasıl Menderes’in baskılarına uğradıysa, günümüzde de Koç ailesi Menderes hayranı Tayyip Bey’in baskılarına uğruyor. İtiraz bu kez biraz farklı: Halkın oyları belliyken, sen hala nasıl “laikçilik” yapabilirsin? Nasıl hala Atatürkçülük diye tutturabilirsin? Daha da vahimi, nasıl otelini Gezici çapulculara sığınak ve revir haline çevirebilirsin? Tayyip Bey’in bunları hoş görmesine imkân var mı? Tayyip Bey öfkeli ve öfkelenince patronları nasıl azarladığı, nasıl ağlattığını anımsıyoruz.
Oysa gerçek şu ki, siyaset adamları yaşadıkları yapay dünyada sık sık yanılgıya düşüyor ve kendilerinde olmayan güçler vehmederek kendilerine, çevrelerine ve de ülkeye büyük zararlar veriyorlar. Bakınız, yetmiş yıllık çok partili hayatımızda resmigeçit yapan başbakan ve bakanların çoğunun adı bile unutuldu; fakat Koç’lar hala mevcut; üstelik daha da güçlenmiş olarak ayaktalar. Çünkü burjuvalar, sınıf kavgasının kurallarını çok daha iyi biliyorlar; üstelik taktik ve stratejik derinlik de onlarda. Bu durumda, çılgın siyasetçilerden bile fazla korkmuyorlar; daha çok, sayelerinde milyarder oldukları işçi ve emekçi yığınlarından çekiniyorlar. Ve bu ezilen sınıflar uyanıp da bu fakir ülkeyi milyonerlerin, milyarderlerin cirit attığı bir toprak parçası olmaktan çıkarmadıkça, hakça bir düzen kurulmadıkça, daha nice Demirel’leri, Ecevit’leri, Çiller’leri, Erbakan’ları ve de Erdoğan’ları feleğin çemberinden geçireceklerini çok iyi biliyorlar. Ara sıra bazı evlatları tokat yese, hıçkırıklara boğulsa da.. Yine de Mustafa Koç son yolculuğuna çıkarken, daha çok, bir karşı-devrim ortamında zulme direnenlere yardım eden yönüyle anımsanmalı diye düşünüyorum. Bir Haziran günü, bir “kalender” iş adamı olarak “çapulcu”ların yaralarını sararken…