Haksöz Haber
7 Haziran seçim sonuçlarından halkın siyasî partilere koalisyon mesajı verdiğine dair genel bir kanaat çıkarıldığını ifade eden Aktay, hakikatte halkın Türkiye'nin geçmiş koalisyon tecrübelerine dayanarak koalisyonu istemediğini söylüyor.
13 sene önce AK Parti'nin 7 Haziran seçimlerinde aldığı oy oranından yüzde 6,5 daha az oranla tek başına halk tarafından iktidara getirildiği bilgisini veren Aktay, oy oranındaki bu artışın halkın hâlen AK Parti'nin tek başına iktidarda olmasını istediğine delil olarak yorumluyor.
Yasin Aktay, bugün oluşan karmaşanın parlamenter sistemle alâkalı olduğunu, bu karmaşanın çözülmesi ve tekrar oluşmaması için başkanlık sisteminin gerekli olduğunu dile getiriyor.
AK Parti'nin 13 yıllık tek başına iktidar sürecinin AK Parti karşısındaki muhalefetin bloklaşmasına yol açtığına dikkati çeken Aktay, geçmiş koalisyon tecrübelerine rağmen şimdilerde koalisyon hakkında felaket tabloları çizmenin kolaylık çıkarılmasına hizmet etmeyeceğini ifade ediyor.
Yasin Aktay'ın Yazısı:
Yasin Aktay / Yeni Şafak
7 Haziran seçim sonuçlarının halk tarafından siyasî partilere koalisyon mesajı vermiş olduğu şeklinde yorumlanıyor. Bu yorum hâlihazırda siyaset için genel geçerlilik kazanmış bir mesaj.
Ama işin aslında “Koalisyon ister misiniz?" diye sorulduğunda büyük ihtimalle aynı halkın çok daha net bir biçimde “Hayır." cevabı vereceğinden de kimsenin kuşkusu yok.
Yani seçim sonuçlarından çıkan tablo ile daha net bir şekilde sorulduğunda halkın verebileceği cevap arasında açık bir fark var.
Koalisyon hükümetlerinin Türkiye'nin geçmişinde nelere yol açmış olduğu ve ülkeyi nasıl yönetilemez hale getirdiğine dair travma etkisine sahip bir hafıza var. Buna mukabil ülkenin son derece kötü bir koalisyonlar tecrübesinden sonra AK Parti'nin tek başına hükümetleri döneminde yaşadığı istikrarlı büyüme, kalkınma ve demokratikleşmeye dair de daha genel geçer bir değerlendirme var.
AK Parti'nin oy kaybına rağmen aldığı yüzde 41'lik oy, halkın o tecrübeyi toplamda takdir edişinin bir ifadesidir. Belki çok değinildi ama tekrarlamakta fayda var. Bu oy 13 sene önce 3 Kasım 2002 tarihinde bu partiyi tek başına ve 364 sandalye ile iktidara getiren oydan yüzde 6.5 daha fazladır. Üç iktidar dönemine rağmen oyların bu nispi istikrarı sürdürmüş olması bile AK Parti'nin tek başına iktidarına açılan kredinin bir ifadesidir.
Bugün AK Parti'ye oy vermemiş olanlarda bile AK Parti'nin koalisyon hükümetine mecbur olması bir memnuniyet değil bir tedirginliğe yol açıyorsa bunun değerlendirmesini bütün tarafların çok daha iyi yapması lazım.
Neticede diğer partilere oy verenlerin hiçbiri kendi partilerinin tek başına iktidara gelebilme ihtimalini görmedikleri halde koalisyona da soğuk bakıyorlarsa, bu açıkça AK Parti'nin tek başına yönettiği hükümete karşı bir düzeyde memnuniyetin veya beğeninin var olduğunu gösteriyor.
Bu karmaşanın sandıktan kaçınılmaz bir koalisyon çıkarmış olması parlamenter rejimin ürettiği bir tuhaflık. Muhtemel bir başkanlık sisteminde bu tuhaflık hiç kuşkusuz giderilmiş olurdu. Parlamentoya kim ne oranda girerse girsin, ülke hiçbir şekilde böyle bir istikrarsızlığa ve belirsizliğe duçar olmaz.
Gelgelelim şu anda halkın sandık yoluyla verdiği talimat bir koalisyondur ve bize de ortaya çıkan bu zorluğun ürettiği kolaylıklar üzerinde düşünmek, bunlar üzerinden yapıcı bir siyaset üretmek düşer. Bu açıdan bakıldığında, koalisyonun Türkiye'de şimdiye kadarki kötü tecrübelerine takılıp kendimize felaket senaryoları yazmamızın bir anlamı olmadığını söylemekle başlamalıyız.
İyi değerlendirildiğinde muhtemel bir koalisyonun iktidar bloğunun açılmasına ve ülkede siyasal alanın daha da genişlemesine imkân sunduğunu söyleyebiliriz. Doğrusu AK Parti'nin 13 yıllık tek başına iktidarının ülkenin kalkınmasına, dünyada göz ardı edilemeyen bir konuma gelmesinde tartışılmaz bir katkısı olduğu açık. Ancak Türkiye siyasî tarihinde ve parlamenter rejimin tabiatı itibariyle hayli uzun sayılabilecek bu tek başına iktidarın AK Parti’nin karşısındaki muhalefeti bloklaştırması gibi bir sonucu oluyor. Bu sonucun, iç siyasetteki sonuçlarından ayrı olarak, sorunlu tarafı, bilhassa ülkenin dirliğine ve birliğine dair bütün sorumluluğunu tek başına üstlenmek zorunda kalmasından kaynaklanıyor.
Ülkenin en milli meseleleri bile giderek sadece AK Parti'nin meselesi ve siyaseti olarak algılanmaya yüz tutuyor. Oysa bugün dört bir yanından kuşatılmış ve saldırılara maruz kalan Türkiye'nin vermek zorunda kaldığı mücadeleyi AK Parti'nin kendi tabanıyla da olsa tek başına üstlenmesi ülke güvenliği açısından da ciddi riskleri barındırıyor.
Ortadoğu'yu yeniden şekillendirmeye çalışan, bu arada Türkiye'nin birliğine ve bütünlüğüne kast eden güçler, Türkiye içinden kendilerine geniş taraftar kitleleri bulabiliyorlar.
Güçlü bir Türkiye'nin uykularını kaçırdığını itiraf eden İsrailli yetkililerin veya önümüzdeki bin yılın Selahaddin Eyyübi'sinin durdurulması olarak gören bir kısım Batılı basının, seçim sonuçlarına, ülkemizdeki bir çok kesimle aynı heyecanı paylaşarak seviniyor olması hayra alamet değildir. Bu bakışa sahip olanların Türkiye'nin AK Parti’sine değil, özüne düşman oldukları çok açık. Bu düşmanlık düzeyinin Türkiye içinden kendine bu kadar açık müttefikler bulabilmesi düşündürücüdür. AK Parti'yi yıkmanın maliyeti Türkiye'yi tam bir mandacılığa mahkûm etmekse bunu talep etmekten hatta bu yola girmekten çekinmeyecek bir tarz-ı siyaset söz konusu.