Klişeleri Eleştirirken Klişelerle Hareket Etmek

Charlie Hebdo ikiyüzlülüğünü teşhir ederken, sömürgecilerin tezlerini tekrarlamak zorunda mısınız?

HAKSÖZ HABER

İslami çevrelerin hastalığıdır. İslam düşmanlarının eleştirildiği söylemlerde, yazılarda bile güya onların tutarsızlıklarını vurgulama adına klişeleşmiş tezlere, iddialara sarılmak.

Yeni Şafak yazarı Özlem Albayrak da aynen bunu yapmış. Charlie Hebdo mevzusu üzerinden Batılı ifade özgürlüğü ve benzeri klişelerin nasıl Müslümanlara karşı silaha dönüştürüldüğünü gayet güzel irdelediği yazısına gayet sıradan, saçma bir klişe ile başlamış. Yazısı bütün olarak ne kadar olumlu olsa da, giriş kısmı felaket!

El-Kaide’nin ve Taliban’ın doğrudan ABD projesi olduğunu, bu insanların CIA tarafından eğitildiklerini falan yazmış.

Yeter, artık! Kurtulun bu savunmacı kompleksten! Bilmediğiniz konularda ahkam kesmekten vazgeçin! Ve en önemlisi de Batılıların verilerini aburcubur tıkınan çocuklar gibi tüketip Müslümanların etini dişlemeyin! Vebali büyütür!

Albayrak’ın yazısının tamamı:


İfade edenler ve ifadesi alınanlar
Özlem Albayrak

Charlie Hebdo olayıyla ilgili geçtiğimiz hafta yayınlanan (09/01/2014) yazımda, dünyaya modern terör eylemlerini hediye edenin El Kaide ve Taliban’ı bölgedeki işbirlikçileri aracılığıyla kurdurtan ve semirten ABD’nin olduğunu yazmıştım. Öyle açıktan bir işti ki bu, Rusya’nın Afganistan’ı işgaline karşı kurulan Taliban ve El Kaide’nin ilk hücre eğitimleri CIA ajanları tarafından verilmiş, Suudi Arabistan Havayolları bölgeye gidecek mücahitler için tek gidiş biletlere yüzde 75 indirim bile yapmıştı.

Önceki günkü yazımda ise, sürekli marjinalleştirilmenin, üstesinden gelinmesi gereken bir problem olarak görülmenin, Peygamber sevgisini aracı kılan patlamalara sebebiyet verebileceğinden, sömürgecilikten söz etmiştim.

Geldiğimiz noktada, Charlie Hebdo katliamının yankıları sürüyor, “Ben Charlie’yim” sloganı, “Ben Charlie değilim” tepkisini doğurmuş ve ifade özgürlüğünün sınırlarını tartışma hakkı, nerdeyse terörü onaylama noktasına varmış gibi gözüküyor. Bu, elbette ahlaken yanlış ve Müslümanların aşırılık konusunda düşünmesinin de önünü kesiyor.

Ama ahlaken yanlış olan ve sorumsuzluk anlamına gelen, sadece sebeplerini sıralayarak terörü haklılaştırma noktasına varmaktan ibaret değil. İfade özgürlüğünün kapsamını yüz milyarlarca insanın saygı ve sevgi gösterdiği Peygamber’i alaya almak dahil, her türden kutsalı kapsayacak ölçüde genişletmenin de, ahlaki normlardan haberdar olmamakla, dünyanın evrildiği noktayı görememekle ve elbette sorumsuzlukla yakından ilişkisi var.

Şöyle ki: Batı’da özelde kiliseden, genelde dinlerin tamamından kurtulmak isteyenlerin yaptığı şey aslında yeni bir din kurmaktı. Tanrısının doğa, Peygamberinin insan olduğu,  aklın kutsallaştırıldığı, hazzın ayinselleştirildiği, bireyselliğin ibadetleştirildiği bir din. Hatta devrin düşünürleri tarafından bunun adına açıktan “insanlık dini” de denmişti. Ancak toplumu bir arada tutan bileşimin içinde “ahlak değerleri” olmadığında, o toplumun birtakım hastalıklar üreteceği henüz bilinmiyordu.

Aklı ve insan iradesini öncelemek elbette o dönem için devrimci bir hareketti ama 19. ve 20. yüzyıllarda modernliğin, kapitalizmin öngörülmeyen sonuçları elle tutulup gözle görülmeye başlandı. Sadece kendi kazancının, kendi hazzının, kendi fikrinin, kendi geleceğinin peşine düşmenin bazı bedelleri oluyordu.

Bauman’ın yazdığı Bireyselleşmiş Toplum kitabının “Ben Kardeşimin Bekçisi miyim?” başlıklı bölümü etkileyicidir. Orada mealen şöyle söylenir: “Refah Devleti’nde evet bazıları çok iyi şartlarda yaşar ama bazıları da giderek daha çok yoksullaşarak kendi geçimini sağlayamaz hale düşer. Keza her toplumda engelliler, hastalar, bakıma muhtaçlar, işsizler vardır. Dolayısıyla 20. yüzyılın refah devleti çatısı altında sosyal hizmet diye bir kurum bulunmak zorundadır. Ve herkes ama fiziken ama devlete ödediği vergilerle “kardeşinin bekçisi olmak zorundadır”. Çünkü, bir toplumun insan kalitesi, en zayıf üyelerinin hayat kalitesiyle ölçülür ve ahlakın özü insanların başkalarının insanlığı için üstlendikleri sorumluluktur. Bu, bir toplumun etik standartlarının da özüdür”.

Teşbihte hata olmaz; “Ben başkasının kutsalına saygı göstermek zorunda mıyım?” sorusunun cevabı, da “evet zorundasın”dır. Zira başkasının ihtiyacını karşılama sorumluluğu ahlakın temel taşıdır. Ahlaksızlığın da, tıpkı ahlakın olduğu gibi bir karşılığı vardır.
Batı, aydınlanma dönemi ürünü olan ifade özgürlüğünün bazı sınırları olması gerektiğinin elbette farkında. Sözgelimi Obama’yı ölümle tehdit eden kişinin yazdıkları ifade beyanı anlamına filan gelmiyor, “şaka yaptım” demeye kalmadan o Facebook kullanıcısının ifadesi anında alınıyor, Charlie Hebdo’nun anti-semitik çalışanının çizdiği zırva da özgür ifade olmuyor, işleyişi kavrayamamış karikatürist derhal işten atılıyor; ama aynı dergi için Bosna’da katledilen binlerce sivilin anısına saygısızlık etmek ifade özgürlüğü sayılıyor. Müslümanların hassasiyet noktası olduğu bilinen Peygambere hakarete de, “gülün geçin” deniliyor.

Evet, İslam Dünyası haksızlığa uğramışlıktan devşirilen haklılık söylemiyle sorunlarından kaçıyor, ama bence “sorunlarından kaçmak sadece Doğu’nun problemi mi?” sorusu da orada öyle durmuş, katlanarak ve büyüyerek cevabını bekliyor.
 

Yorum Analiz Haberleri

Devrim ile derinleşen kardeşlik: Suriye & Türkiye
Meşru olanı savunursan karşılığını elbet görürsün!
Türkiye solu neden hala Esed rejimini savunuyor?
Sosyal medyada görünürlük çabası ve dijital nihilizm
İran aparatlarının komik antipropagandalarına vakit ayırmak bile coğrafya için zaman kaybı...