İktidar, topyekün Kürt halkına karşı mücadele edildiği ithamını boşa çıkartmak istiyorsa, PKK ile yürütülen savaşı HDP’yi de kapsayacak şekilde genişletmekten kaçınmalıdır!
Çözüm sürecinin tıkanması ile birlikte yeniden savaş ortamına dönülmüş oldu, bir kez daha çatışma ve ölüm haberleri yağmaya başladı. HDP’liler tüm bu olan biteni Erdoğan’ın erken seçim hesabıyla izah etmeye çalışıyorlar. O kadar ki Suruç eyleminin bile bu planın bir parçası olarak kotarıldığı bizzat S. Demirtaş tarafından ileri sürülebiliyor.
İlginçtir komplo düzeyi bir hayli gelişkin bu yaklaşım muhalif siyasi ve gazetecilerden de geniş bir destek görmekte. Daha Suruç saldırısından önce PKK’nın en yetkili ağızlarından ardı ardına yapılan meydan okumalar, devrimci halk savaşı başlatma çağrıları ise ısrarla görmezden geliniyor. Aynı şekilde PKK mensuplarınca ülkenin dört bir yanında gerçekleştirilen eylemlere, sadece askeri, polisi, karakolları değil; ambulanslardan halk otobüslerine, sakalından ötürü IŞİDçi diye yaftalanan vatandaşlardan demiryolları çalışanlarına kadar genişletilen saldırılara rağmen hala çatışma sürecinin faturası Hükümete çıkartılmaya çalışılıyor.
AK Parti karşıtlığının bazılarında adeta bir saplantıya dönüştüğüne kuşku yok. Tüm olan biten bu ilginç ve de çarpık mantık süzgecinden geçirilip öyle sunuluyor ve dolayısıyla da ortaya bu tür mesnetsiz ithamlar çıkıyor. Şüphesiz sürecin gelişimine ilişkin gerek niyet, gerekse de başvurduğu yöntem üzerinden Hükümete birtakım eleştiriler yöneltilebilir, yanlışlarına dikkat çekilebilir ama bunca hadiseden sonra askeri operasyonlara neden başvurduğunu sorgulamanın haklı bir yanı olduğu söylenemez.
Mamafih bu süreçte Hükümet cephesinden ve bilhassa da Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından sergilenen bazı yaklaşımların yanlışlığına dikkat çekmekte de yarar var.
Anlamsız ve son derece de yararsız bir yaklaşımla HDP’ye yönelik kapatma ve HDP’lilere yönelik dokunulmazlıkların kaldırılması tartışması başlatılmıştır. Bugüne dek parti kapatma eylemlerinin hangi sonuçlar verdiği ortadayken kamuoyunu bu yönde kışkırtacak davranışlar içine girmek son derece yanlış bir tutumdur. Her ne kadar Erdoğan tüzel kişiliğin sorumlu tutulmasını yanlış bulduğunu, ancak siyasi sorumluluğu olan kişilerin yargılanabileceğini ifade etse de bizzat AK Parti yetkililerince açılan bu gündemin hangi hayra matuf olduğu mutlaka sorgulanmalıdır. Kaldı ki HDP’lilere bu tür tehditlerle geri adım attırmaya çalışmanın beyhudeliği ortadadır. Nitekim konunun gündeme geldiği anda tüm milletvekillerinin imzasıyla Meclise verdiği dokunulmazlıklarının kaldırılması talebini içeren dilekçeyle HDP bu girişimi baştan boşa çıkartmıştır.
Dikkat çekici değil midir? PKK kamplarına, mevzilerine yönelik yoğun bombardımanlar ve ülke çapında sürdürülen gözaltı operasyonlarına karşın PKK şeflerinin halka yönelik ayağa kalkma, protesto, serhildan çağrıları karşılık bulmadığı görülmektedir. Bu çağrılar daha 2 ay önce kahir ekseriyetiyle HDP’ye oy veren Diyarbakır, Van, Mardin gibi milyonluk şehirlerde dahi çok küçük gruplarla sınırlı kalmış, geniş kitleler PKK’nın devrimci halk savaşı söylemine prim vermemiştir.
Şimdi durum tam bu merkezdeyken, AK Parti iktidarının HDP’yi hedef tahtasına koymaya kalkışmasının büyük bir siyasi basiretsizlik olacağına kuşku yoktur. Şu veya bu nedenle HDP’ye oy vermiş geniş kitlelerde mağduriyet duygusunu uyandıracak adımlar atmanın politik açıdan tutarsızlık oluşturacağı gibi, toplumsal ayrışmayı besleyeceği de açıktır.
Aynı minvalde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın S. Demirtaş’ı doğrudan karşısında konumlandıran söylemlerde bulunması, “fırsatını bulsa dağa kaçar” türünden garip sözler sarfetmesinin anlamsızlığının da idrak edilemiyor olması düşündürücüdür. Üstelik de daha kısa bir süre önce yapılan seçimlerde bu karşılıklı pozisyon alma tavrının yanlışlığının seçim sonuçlarıyla ayan beyan ortaya çıkmış olmasına rağmen hala bu tutumun sürdürülmesi çok daha vahim bir yanlış demektir.
Erdoğan ne yapsın, iftiraya, saldırıya karşı sessiz mi kalsın diye sorulabilir? Öyle ya Suruç saldırısının Erdoğan’ın özel gladyo örgütünce gerçekleştirildiği gibi son derece çirkin bir iddia, açık bir iftira bizzat Demirtaş tarafından dillendirilmiştir.
Şüphesiz kendisine yöneltilen bu kadar galiz bir suçlamaya kimsenin sessiz kalması beklenemez. Ama nasıl cevap verildiği önemlidir. Üstelik de verilen cevabın neye yaradığı da dikkate alınmalıdır. Eğer bu tür polemiklerle birileri kendini geniş kitleler nezdinde etkili bir siyasi figür konumuna oturtuyorsa, kendisine bu fırsatı vermek tuzağa düşmek olmaz mı?
İktidarın bazı noktalarda klasik devlet refleksleriyle davrandığı görülmektedir. Bu tür dönemlerde alışık olunduğu üzere, ‘terörü destekleyen siyasetçi’, ‘terör örgütüne terör örgütü diyemeyen parti’ vb. ithamlar sıklaşmakta; savcılık, yargılanma, kapatma, cezalandırma vb. kavramlar daha çok telaffuz edilmeye başlanmaktadır. Ortamın ısınmasına paralel olarak çözüm adına en yakın ve en basit müdahalelerden medet umma tavrı gelişmekte, bunun sayısız kere denenmiş ama sonuç getirmeyen ezberler olduğu gerçeği ise atlanmaktadır.
İşte tam bu noktada daha soğukkanlı, daha ölçülü ve kapsayıcı tutumlar geliştirmenin, karşı cepheyi büyütecek, keskinleştirecek adımlardan ise kaçınmanın gerekliliğine dikkat çekmekte yarar var. PKK kamplarına uçaklardan atılmak üzere hazırlanan bombaların üzerine “Ne Mutlu Türküm Diyene!” ifadesini yazma tavrı bireysel, fevri bir yanlış olarak görülüp geçiştirilemez. Tipik devlet refleksine işaret eden bu görüntünün başka ne tür yansımalarla vücut bulduğunu sorgulamak çözümsüzlük girdabına tekrar düşmemek için elzemdir.