Ali Osman Aydın / Yeni Akit
İhtiyar mı, delikanlı mı?
Ridley Scott 24 Kasım da son filmi Napolyon ile izleyiciyle buluşacak. Scott, 90’lı yılların ortasından beri ilgiyle takip ettiğim bir yönetmen. Tabii ki serüveni 90’lardan çok önce başladı Scott’ın.
Sinema çevrelerinin dikkatini ilk kez Alien (Yaratık ) filmiyle çekti.
Alien, izlerken gerilimden koltuğu sıkacağınız türden yüksek gerilimli bir macera filmiydi. Filmin atmosferi, mekanlar ve bir grup uzay kaşifinin uzayın karanlıklarında serüven aradığı hikâye kalıbı o kadar sevildi ki ardından beş film daha yapıldı. Hatta Alien’a öykünen yığınla film yapıldı sonradan.
Ardından “Blade Runner”, Bıçak Sırtı, geldi. Çekildiği dönem hak ettiği ilgiyi görmeyen bu bilim kurgu filmi, zamanla bir külte dönüştü. Blade Runner’in görsel dünyası, fütüristik dekoru bilim kurgu sinemasını derinden etkiledi. Bilim kurgu türüne el atanlar Scott’ın estetiğinden ilham aldılar. Bu büyük sinema virtüözü 80’ler ve 90’lar boyunca değişik türlere el atarak görsellik konusundaki iddiasını harika örneklerle zenginleştirdi.
92 yılında gösterime giren Cennetin Keşfi görsel açıdan önemli bir filmdi. Scott Amerika’nın Kolomb tarafından keşfedilişini anlattığı bu filmde göz alıcı bir tarihi doku ortaya çıkardı. En küçük objelerden yamalı gemi yelkenlerine kadar son derece titiz bir işçilik vardı filmde.
2000’li yıllara, epik tarihi filmlerinin ilki olan Gladyatör ile girdi yönetmen. 60’lı yıllarda baya popüler olan büyük bir türe geri dönmüş oldu.
Roma’nın kanlı arenalarını tekrar beyaz perdeye taşıyan Gladyatör dünya çapında büyük ilgi gördü. Arkasından küçük hikayeler etrafında dönen birkaç kara film geldi. Sonra yine çok sevdiği büyük tarihi anlatılara geri döndü Scott. Cennetin Krallığı, Kudüs ve Haçlı Seferleri ekseninde ilerleyen büyük bir prodüksiyondu.
Russel Crow’la tektar bir araya gelerek Robin Hood’u da çekti Scott. Hatta Hz. Musa’nın Mısır’dan çıkışını da...
****
Scott filmlerini her zaman senaryo açısından bir miktar dağınık ve özensiz bulmuşumdur. Hikâye ilerlerken sanki savrulur. Fakat bu Britanyalı adam sinemanın temelde estetik görüntülerle inşa edilen görsel bir sanat olduğunu çok iyi kavramış biridir. Bu yüzden Scott gibi bir yönetmen ne anlatırsa anlatsın ona dönüp bakma ihtiyacı hissedersiniz.
Mesela bu özelliği Ridley Scott’ı; Steven Spielberg, Martin Scorsese, Francis Ford Cappola gibi aynı kuşaktan gelen üstün yetenekli yönetmenlerden ayırıyor. Fakat buna rağmen her zaman, beyaz perdede estetik yanı ağır basan görkemli şeyler görmek isteyenlere kendini izletmeyi başarıyor Scott.
Amerika’nın Keşfi filminde Kilise çanını kara mandalarla çekmeye çalışan köylülerin yer aldığı bir sahne vardır mesela. O esnada polenler rüzgarla uçuşmaktadır. Mandaların kara sırtları hafif kapalı gökyüzünün metalik gri ışığı altında bir far gibi parlarlar. Bağıran insanlar, zorlanan mandaların gerilen kasları, uçuşan polenler; savrulan sarımtırak masa örtüleri, yağlı saçlar, kirli gömlekler, terli yüzler ve toz yüklü bir rüzgar...
Bu sahneyi ve yelkenlerini Amerika'ya doğru şişiren gemilerin gün batımındaki süzülüşlerini izlediğimde sadece sinemanın vereceği o tuhaf heyecan ve hayranlığı derinden hissettiğimi hatırlıyorum.
Bu büyük usta bugünlerde Napolyon filmiyle tekrar gündemde.
Napolyon’la sinematografisindeki filmlerden daha yüksek kalibreli bir yapıma imza attığı anlaşılıyor Scott’ın. Askeri uzmanların nezaretinde gerçeğinin kopyası olabilecek çok büyük ölçekli savaş sahneleri çekmiş.
Ridley Scott 1937 doğumlu. Aslında bu yazının yazılma nedenlerinden biri de bu. Yaşlılığın ve gençliğin ne olduğu üzerine düşünenler 85 yaşındaki bir adamın ortaya koyduğu gayretin önemini takdir edeceklerdir.
Bırakın enerjik bir şekilde 8 saat ayakta kalıp, oradan oraya koşarak bir ordu kadar kalabalık set ekibine talimatlar yağdırmayı, bir yere tutunmadan yürümenin bile başarı sayıldığı bir yaşta insana bu enerjiyi sağlayan nedir?
Neden bizimki gibi ülkelerde yaşam 50. Yılıyla birlikte hızını ve motivasyonunu yitirmeye başlar? (Mesela, Ömer Lütfi Akad, Metin Erksan gibi bizim büyük yönetmenlerimiz hayatlarının en verimli, en bilge son 30 yılını sinemanın dışında, sinemaya hasret geçirdiler.) Yaşlılık yani bilgelik neden bizde hak ettiği yerde değil?
Belki onlarda da öyledir ve bu ayrıcalık sadece sanat dünyasının içindeki bir avuç elite hastır, bunu bilemiyorum. Fakat 85 yaşındaki bir insanı gençliğinde yaptıklarından daha büyük, daha zor ve daha iddialı bir işe soyunmaya iten nedenin gerçekte ne olduğunu merak ediyorum.
Yaşlanmadığı, ölümle arasında hala mesafe olduğu izlenimini vermeye çalışıyor olabilir. Dünyadakinden başka bir hayatın olmadığını düşünerek, tek olan bu hayattan mümkün olan en büyük tatmini almak istiyor da olabilir.
İnsanların beğenilerine bağımlılıktan kurtulamamış bir ihtiyar da olabilir.
Fakat ne dersek diyelim, 85 yaşında bile dünyayı güzelleştirecek şeyler peşinde koşmanın, üretmenin, sunmanın takdir edilecek bir yanı var bence. Durmuş Hocaoğlu’nun insanların ölümlü olduğu ama insanlığın dünya durdukça var olacağını söylediği o sözleri hatırladım.
Biz öleceksek ama insanlık ölmeyecekse, bizden doğanlar ve onlardan doğanlar yaşayacaksa o halde sadece kendimiz için değil, onların iyilikleri için de yapabileceğimiz şeyler var demektir. Bence dar anlamda bencilliğin, yaşlandıkça kendi kabuğuna çekilmenin, romatizmalarına odaklanarak yaşamanın tam antitezi bir yaklaşım bu. “Kıyamet kopacağını bilseniz de elinizdeki fidanı dikin” düsturunun bir türevi...
Benliğinin mezar gibi dar sınırlarından dışarı çık. Kendi heveslerinin pençesinden kurtul. Sadece kendin için değil hiç görmediğin ve asla göremeyeceğin başkaları için de yaşa. Onlar için de üret. Onlar için de bir “fidan” dik. Hem de emekli olana kadar değil. Yaşadıkça. Nefes aldıkça.