MEHMET CAN ARTUK / HAKSÖZ-HABER
Yaşadığımız çağın en önemli iki özelliği haz ve hız. İnsanları bu haza ve hıza ulaştıran en önemli unsur ise teknolojik cihazlar. Müslümanlar olarak bizim de bir şekilde kullandığımız bu cihazların (telefon, televizyon, bilgisayar) sağlıklı kullanımına ilişkin bir perspektifimiz, anlayışımız olması gerekiyor. Bu dijital kültürü tamamıyla reddedici veya tamamen kanıksayıcı tutumlar Müslümanın onaylayabileceği bir tavır değil.
Bugün Müslümanların bu içinde bulunduğumuz dijital kültürü yeterince iyi okuyamadığını görüyoruz. Dindar-Muhafazakar ailelerin çocukları bile genelde cep telefonuna, televizyona, internete teslim olmuş durumda. Artık “internet bağımlılığı” literatüre geçmiş, üzerinde araştırmacıların çalışma yaptığı bir hastalık. Bunun için rehabilitasyon merkezleri bile açılmış. Karşı karşıya kaldığımız en büyük tehlike, telefon ya da diğer aletlere sürekli odaklı halde yaşama eğiliminin baş göstermesidir. Bağımlı hale gelen bizler, uzun süre böyle yaparak başkalarına ilgi gösterme ve gündelik sohbetlere girmeye yönelik normal insani faaliyetlerimizi kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kalıyoruz. Velhasıl bu kullandığımız teknolojik araçların Müslümanların bilgi ve değer yargılarını dönüştürüp değiştirmesi noktasında çok dikkatli olmamız gerekiyor.
Nazife Şişman’ın “Dijital Çağda Müslüman Kalmak" isimli kitabı bu hassasiyetleri gözetiyor. Yazar bu kitabında biz Müslümanlara önemli uyarılarda bulunuyor. Kitapta dijital çağın getirip götürdüklerinin muhasebe edilmesinde önemli noktalara değiniliyor.
Yazara göre kitle iletişim araçları ve teknolojik aletler toplumu ve insani ilişkileri yeniden tanımlayıp, toplumu yeniden örgütlemektedir. O yüzden günümüzün toplumu, iletişim araçları üzerinden oluşturulmuş bir toplumdur. Burada iktidarın egemenliğinden çok iletişim teknolojisinin iktidarı geçerlidir. Devletler de günümüzde internet üzerinden bilgiyi bir iktidar aracı olarak kullanıyor istediği gibi şekillendirebiliyor. Mesela belirli anahtar kavramlar ve algoritmalardan yararlanarak kendisine tehdit gördüğü bir kişi ya da grubu etkisiz hale getirebiliyor. Veya bazı önemli firmalar internette arattığınız bir üründen yola çıkarak önünüze birçok reklam getirebiliyor. Vizontele filmindeki “Zeki Müren de bizi görecek mi?” esprisinin adeta gerçekliğe döndüğü bir ortama hepimiz şahitlik ediyoruz.
Devletin istihbaratının ya da sıradan bir insanın daha evvel edinemeyeceği ya da edinmesi için büyük çaba harcayacağı bilgileri insanlar sosyal medyadan ya da online siteler aracılığıyla bizzat kendileri gönüllü olarak sunuyor. Buradan hareketle yazar, görme ve gözetlemenin, teşhir ve mahremiyetin, sanal ve gerçekliğin iç içe geçtiği yeni bir vasatla karşı karşıya olduğumuzu belirtmektedir.
Sosyal medyada mahremiyetin korunmasını zorlaştıran iki unsurdan biri insan nefsinin zaafları diğeri de medya ağlarının kendine ait atmosferi. Bu zaaflardan biri insanın beğenilme arzusu, yapıp ettiklerinin takdir edilmesi isteğidir. Günlük hayatında yeteri kadar takdir, beğeni almamış kişiler sanal alemde bir arayış içinde oluyorlar. Görünür olma arzusu mahremiyeti hızla tüketiyor. Kişi gittiği yeri paylaşmadığında adeta oraya gitmemiş gibi hissediyor, düşünüyor. Yazarın deyimiyle Descartes’in meşhur “Düşünüyorum o halde varım” sözü günümüzde adeta “Paylaşım yapıyorum, like alıyorum öyleyse varım.” gibi bir düşünme biçimine dönüştü.
Sosyal medyanın belirgin özelliklerinden birisi de öğrenmekten ve anlamaktan ziyade öğretmeye ve anlatmaya yönelik olmasıdır. Bilgiye kolay yoldan erişim imkânı, bir açıdan da insanların hayatlarını köreltmektedir. İnsanları fikren sığlaştırmaktadır. Ciddi bir dikkat dağınıklığına yol açmaktadır ve bu özellikler yeni nesilde giderek artmaktadır.
Türkiye’de günlük sosyal medya kullanımının ortalama 3 saat olduğunu düşünürsek, zamana yemin eden bir vahiyle muhatap olan bir Müslüman için bu derecelere çıkan bir sosyal medya kullanımı varsa kendisini sorgulaması gerekir.
Televizyon, akıllı telefonların ciddi biçimde yaygınlaşmasıyla beraber eski gücünü kaybetse de halen günlük ortalama 3.5 saat civarında izleniyor. Bundan 12 yıl önce bu rakam yaklaşık 5.5 saatmiş. Telefonların sadece görüşme ve mesajlaşma için kullanıldığı o dönemde insanların televizyon dışında gündemi takip etme alışkanlığı yoktu. Şimdi ise insanlar ister YouTube’dan ister direk telefonundan istediği programı izleyebiliyor. Televizyonun insanları ahlaksızlığın sıradanlaştırıldığı diziler, Show programları diğer yandan trol gazeteciler ve haber kanallarının yönlendirmeleriyle halen toplum üzerinde etkili bir mesaj verme aracı olarak işlev gördüğüne şüphe yok.
“Araç mesajdır” diyen Kanadalı iletişim bilimci McLuhan’a göre İletilen mesajın içeriği değil bizzat kullanılan aracın kendisinin önemli olduğunu savunur; aracın hangi mesajı ilettiği, ne söylediği önemli değildir. Televizyon örneği bu tezi destekliyor zira televizyonun kendisinde bir hız bir canlılık bir sığlık vardır televizyon dünyası durağanlık, sıradanlık bir derinlik kabul etmez.
McLuhan’ın bu sözü üzerinde durulmayı hak ediyor aslında. Örneğin Dinin tebliğinde aracın mahiyeti nedir? Bu araçlarla anonim bir topluluğa hakikati anlatmak ne kadar doğrudur? Dinle ilgili belli başlı konuların televizyonda tartışılması ve reyting malzemesi olarak kullanılması din dilini yahut toplumun din algısını nasıl değiştiriyor? bu da Müslümanların üzerinde durup düşünmesi ve cevaplaması gereken önemli sorular.
Nazife Şişman, “Dijital dünyanın hayatımızdaki en önemli temsilcisi artık bilgisayar değil, akıllı telefonlar” der ve ekler: “İnternete erişmek için dahi akıllı telefonlar bilgisayardan daha fazla kullanılıyor artık. Online alışveriş sitelerinde en fazla satılan araçlar cep telefonları. Sıradan bir vatandaş ortalama 13 dakikada bir telefonuna bakma ihtiyacı hissediyor. Bütün bu özelliklerinin yanında akıllı telefon, bulunduğumuz zaman ve mekândan bağımsız olarak, başka bir yerde ve zamanda olmamızı sağlayan araçlar. Sabit telefonlar varken Nerdesin? gibi bir soru anlamsızken akıllı telefonlarla konuşurken ‘Nerdesin?’ diyerek başlıyoruz konuşmaya. Akıllı telefonlarla beraber insanlar her yerde ulaşılabilir bir hale geldi.”
“Teknik kendi ideolojisini beraberinde getiriyor.” diyor Fransız sosyolog Jacques Ellul. Meseleye Müslümanlar açısından bakacak olursak; İslam arzı imar etme sorumluluğu yüklediği insanı teknik faaliyet ve gelişmelerden alıkoymaz aksine buna yönlendirme de vardır. Ancak İslam bunu yaparken ne mistik inanışlardaki gibi varlığı parçalar ne sosyalizmdeki gibi insanın anlam dünyasını daraltır ne de kapitalizmdeki gibi insanı maddenin ve konformizmin kölesi eder. Aksine o kendi rabbani esprisiyle mutlak anlamdaki kötülüğü (münker) kökten reddederken, aynı zamanda içerisinde iyiyi barındıranı da fıtrattan sayarak (maruf) ıslah eder. Bu yapısıyla anlaşıldığında İslam günümüz Müslümanların varlığında bir alternatif iradeye dönüşüp bu imaj/reklam/maske uygarlığını da dönüştürebilecektir.
Son olarak, İslami bir şuura sahip olan Müslümanların üzerinde yoğunlaşıp çok daha fazla fikir üretmeleri gereken bir alan olarak önümüzde duruyor dijital çağ. An be an yaşadığımız, maruz kaldığımız ve kullandığımız bir olgu. Bu olguyu anlamak, anlamlandırmak ve Müslümanca bir şuur ile hareket edebilmemiz gerekiyor. Bu anlama ve anlamlandırma çabamızda Nazife Şişman’ın bu kitabı değerli katkılar sunuyor. Bu alanda çok daha fazla fikir ve kitap üretilmesi gerektiği de atlanılmamalıdır.