Kirli Yapıyla İstihbarat Devleti İnşa Ederek Mücadele Edilebilir mi?

Gülen hareketinin bir ahtapot gibi devleti sarmalamasının evrelerini sıraladığı yazısında Ali Bayramoğlu, gelinen aşamada AK Parti’nin tedbir mantığıyla takındığı otoriter tavrın yeni hastalıklara davetiye çıkartacağını iddia ediyor.

FETÖ’nün Devlete Yayılmasına Zemin Hazırlayan Üç Neden

Ali Bayramoğlu / Karar

15 Temmuz’un yıldönümünde karşımızda hala önemini koruyan iki soru var. Birincisi 15 Temmuz öncesine yönelik: Türkiye bu noktaya nasıl gelebildi? İkincisi 15 Temmuz sonrasına yönelik: Bu darbe girişiminin sonuçları neler oldu ya da nereden nereye geldik?

İlk sorudan başlayalım. Kabataslak dört aşamadan söz edebiliriz. Önce Gülencilerin devlet içindeki gizli varlıklarıyla, toplumsal alandaki şeffaf faaliyetlerin iç içe geçtiği, ancak toplumsal algıda ikincisinin öne çıktığı bir dönemden söz etmek mümkün. Bu dönemde Gülencilerin devlet içindeki varlıkları (örneğin 28 Şubat döneminde) bir sorun olarak görülmek ve takip edilmek kadar, (2003 sonrası reform döneminde) demokratik laiklik anlayışı çerçevesinde bir tarikat mensubunun memur, bir cemaat bağlısının öğretim üyesi olabilmesi, diğer ifadeyle din-devlet ilişkilerinin normalleşmesi, demokratikleşmesi çerçevesinde ele alınır hale gelmişti. Dini gruplar üzerindeki baskının kaldırılması, demokratikleşmenin temel kriterlerinden birisiydi. Buna paralel olarak cemaatin farklı değer ve inanç sistemleriyle yumuşak ilişki kurması, tolerans vurgusu, çoğulculukla uyum içinde Müslüman tanımı laik seküler kesimlerde de (Ecevit dönemi, DSP tipik bir örnektir) olumlu karşılanıyordu. Velhasıl Gülen cemaatiyle ilgili baskın yüz, her anlamda sivil ve açık bir yüzdü.

İkinci dönemde, Gülencilerin siyasi yüzü ya da gerçeğin siyasi yanı görünür olmaya başladı. 2002 sonrası değişim dönemi ve değişime yönelik iktidar kavgasından istifadeyle, devlet kadrolarında varlık ve etkinlikleri ivme kazandı. Kritik tarih 2008’dir. AK Parti kapatılma davasıyla karşı karşıya kaldığı, devlet içinde tutunacak dalı olmadığı o anda yardımına koşan devlet içindeki kadrolarıyla Gülen cemaati oldu. Böylece hızla tanımsız, doğal, dindar, eski sistem aktörlerine direnç üzerine kurulu bir yakınlaşmaya dayalı temas ve karşılıklı kollama süreci başladı. Hükümet, adını koyarak ya da koymadan cemaat mensuplarını doğal ve münferit destekçileri gibi görüp emniyet ve yargıdaki cemaatçi etkinliğiyle yol almaya, askeri ve direnç gruplarını sıkıştırmaya çalıştı. Gülenciler ise bu koşulları vesile yaparak, hükümete çeşitli yollardan nüfuz ederek önce kritik emniyet kadrolarına yerleşti. Özel yetkili mahkemeler kurulduğu zaman, hemen bütün kritik hâkim ve savcı kadrolarını ele geçirdi. 20 kadar üniversiteleri oldu. Bu evre, büyük bir yayılma dönemiydi.

Üçüncü aşamada Gülen, elindeki bu stratejik gücü, başta Silahlı Kuvvetler olmak üzere kimi devlet kurumlarında tasfiyeye gitme, tasfiye edilenleri ise ikame etme aracı olarak kullandı. Ergenekon, Balyoz gibi davaları bu amaçla sahte deliller ekleyerek kullandı ve kirletti. Askeri Casusluk gibi davaları tümüyle kurguladı. Kendisini tehdit görenlere Oda Tv gibi davalarla meydan okudu. Yaşanan değişim sürecinde eski ile yeni aktörler arasındaki iktidar kavgasında yargı meselesi kilit sorun haline gelince, 2010 referandumunda ve 2011 seçimlerinde sokağa inerek AK Parti’ye verdiği büyük desteğin karşılığını, siyasi iktidarın da onayıyla, HSYK’ya egemen olarak aldı. Kısa sürede ordu içindeki kritik pozisyonları ele geçirdi. Özgürlüklerden Kürt meselesine sistem üzerinde asayişçi bir baskı kurdu.

MECLİS’E SIZMA GAYRETİ

Dördüncü aşama ise, 2011’den itibaren Gülen’in iktidardan daha fazla pay istemesiyle baş gösterdi. MİT’i istiyorlardı. 2011 milletvekilli listelerine sızma gayretleri bizzat Erdoğan tarafından engellendi. Milli Eğitim Bakanlığını tam ele geçirme çabalarına Ömer Dinçer karşı durdu. O tarihlerde verdiğim bir söyleşide belirttiğim gibi, “İslami kesim içinde tarihin en büyük savaşı” başladı. 7 Şubat 2012’de MİT müsteşarına yönelik hamle, buna karşılık hükümet tarafından dershanelerin kapatılması, Gülenlerin ellerindeki devlet gücünü 17-25 Aralık’ta hükümet devirmek için kullanmaları, ardından başlayan bir cemaatçi avı ve sıkıştırması, sıkışan Gülen’in öncelikle Erdoğan’ı hedefleyen darbe hamlesi bunu takip etti.

Bu aşamalar kendi başına, Gülencilerin 2016’daki güç seviyesine neden ve nasıl ulaştığını anlatır.

FETÖ’nün devlete bu denli sızmasını mümkün kılan her şeyden önce, sistemin açıkları, zaafları ve bu yapının zaafları değerlendirme kabiliyeti olmuştur. Bunlara Gülen şebekesinin ekonomik, sosyolojik, dini kaynak, güç dağıtımı açısından organize olma biçimi, Gülen’in seferber edici yetenekleri ile 1999 sonrası dış istihbarat örgütleriyle kurduğu muhtemel ilişkiler ve aldığı muhtemel destek eklenirse, büyük resim ortaya çıkar. Burada en önemli, en kritik meselenin, “sistemin açık ve zaafları” olduğuna şüphe yoktur. Belirleyici zaaf, Türk siyasi ve idari sisteminin kimlikler ve eğilimler üstü liyakat ve ehliyet esasına göre hareket etmemesidir. Tersine gerek laik grupların gerek muhafazakarların elinde devlet işleyişi ve zihniyeti yıllar yılı “aidiyet ve sadakat” anlayışı üzerine kurulu olmuştur.

Siyasetin temel olarak hemen her zaman devleti kontrol kavgası olarak tezahür etmesi, bir dönem laiklik uygulaması örneğinde olduğu gibi devlete dair ilkelerin kimlikçi yapılanmalar ve dışlamalar üzerine kurulu mekanizmaları harekete geçirmesi, hemen her zaman üç ciddi sonuca yol almıştır: 1. Kimlik-siyaset-devlet ilişkilerinin şeffaflaşıp, normalleşememesi, 2. Güç ve aidiyet arasındaki belirleyici ilişkilerin oluşması, 3. Tanımsız, kontrolsüz, ilkesiz enformel ilişkiler ve ağlarının, kimlik, aidiyet, dayanışma gruplarına sistemde özel ve belirleyici bir alan açması.

Gülen şebekesinin devlete yayılmasının zemini budur.

Gülencilerin devleti kontrol girişiminin 2003 sonrası doruk noktasına ulaşan geometrik bir gelişme gösterdiği ortada. Diğer bir ifadeyle en büyük gedik AK Parti döneminde açılmıştır. Açılan bu gediğin üstü örtülmüş, hatta sahiplenilmiştir. 2010 ve 2011’de Avcı, Şık’ın tutuklanması üzerine cemaat konusunda yaptığım uyarılar, 2012’de MİT krizi döneminde yazdığım yazılar ve dile getirdiğim “tasfiye gereği” üzerine bizzat AK Parti çevrelerinden gelen “fitne”ci, “28 Şubatçı”, “fişçi” suçlamaları, benim hikayemde, bu açıdan küçük bir örnektir.

HASTALIKLI ANLAYIŞ

AK Parti döneminde, din-devlet ilişkilerini normalleştirmek, dini topluluklara kamuda denetimsiz, ilkesiz, faydacı kapı açma şeklinde yaşanmıştır. AK Parti siyasi alanı genişletirken, bu alanı demokrasi ve ehliyet ilkelerine göre yeniden yapılandırmamış, kaotik bir kimlik politikasını tercih etmiştir. 2007’de başlayan iktidar savaşları ve kimlik kavgaları döneminde siyasi ihtiyaçlar, güç arayışı bu bakışı ve eğilimi derinleştirmiştir. Belirtmek gerekir ki, AK Parti ve dönemi, sistem zaafları kaleminde, ciddi bir sorumluluk taşıyor. Devlet kurumları yapısı ve değişim sürecinin geldiği nokta açısından, AK Parti’nin 13 yıllık iktidar pratiğinde ortaya çıkan tablo, İslami eğilim ve hareketler bakımından ağır bir iflas tablosudur. Nitekim Türkiye, 2013’ten bu yana devletteki Gülenci varlığının taşıdığı risk ile onlara karşı alınan tedbirlerdeki keyfiliğin birlikte ürettiği çifte otoriterleşme baskısı altında yaşıyor. Gülenci grupların varlık ve etkinliklerini devam ettirmeleri, siyasi iktidarın izlediği “sürekli endişe, sürekli risk ve sürekli tedbir” politikalarını mutlaklaştırıyor.

Yazının başında sorduğum, “bu darbe girişiminin sonuçları neler oldu ya da nereden nereye geldik?” sorusu da bu noktada karşımıza çıkar.

Yaşanan iflası görmeden, siyasi sorumluluğu tartışmadan FETÖ’yle mücadele edilebilir mi? Ya da edilirse ne olur? Veya önce, ana yatağı oluşturan hastalıklı bir sadakat anlayışının sorgulanması, tımar edilmesi ve buna göre bir yeniden yapılanma gerekmez mi?

Ne var ki, bugün yapılan tam tersidir, FETÖ’yle mücadele kişi avı üzerinden ve sadakat temelli yürütülmektedir. Yapılan tasfiyelerin önemli bir kısmı, sadık kişi, kurum ve aktörlerin duyumları ve kanıları üzerinden sürdürülmektedir. Yeni kadrolar liyakat değil sadakat esasına göre oluşturulmaktadır. Yeni yapıda savcılar, yargıçlar, idareciler, basın bu bağımlılık ve biat mantığına göre hareket etmektedir. AK Parti yaşadığı tehlikelere önlem olarak otoriter bir kimlik cumhuriyeti inşa etmeyi tercih etmektedir. Siyasi alanının daraltılması, tek tipleştirilmesi, Gülenciler kadar, Kürtlerin, muhalefetin, solcuların da tasfiyesi bu durumun bir yansımasıdır.

Gelinen nokta geleceğimiz açısından kritiktir. Masumlar suçlanabilmekte, suçlular mağdur gömleği giymekte, istihbarat devletini inşa edilmekte, Gülencileri besleyen eski hatalar tekrarlanmaktadır.

Dün uyarmıştık, tekrar uyaralım.

Yorum Analiz Haberleri

Laiklerin maneviyat arayışı
Fitneden daha kötüsü fitneye meftun olmaktır
Diyarbakırlı Ziya Gökalp’e kulak verilseydi..
“Süreç ve Esenyurt aynı sayfada değil”
Zulme sessiz kalmak en kötüsü...