Meseleyi AKP ile asker arasındaki bir çatışma olarak görenlerin vizyonunda herhalde belirli bir genişleme olmuştur. Çünkü devletin kurumsal yapısının çok daha önceden kırılganlaştığının ve çatladığının belirtileri giderek su yüzüne çıkıyor. Şurası bir gerçek: AKP olmasaydı bu çatlaklar bugünkü kırılmalara yol açmazdı. Ama buradaki kritik etken AKP’nin yaptıkları değil, iktidardaki varlığı. Diğer bir deyişle şu anki dönüşümü yaratan faktör AKP değil... Aksine, dönüşümün asıl gücü AKP’nin varlığından hareketle ortaya çıkan devlet içi tepkiler. Çünkü değişen dünya koşullarında, artık bu tepkiler klasik soğuk savaş dönemi insicamına sahip değiller. Devleti taşıyan, siyaseti kuşatan ve toplumu ideolojik vesayet altında tutan ordu ve yargının kendi içindeki kırılma, bugün AKP karşıtlığını aşmış durumda. AKP’nin bir katalizör olduğu ne denli doğruysa, asıl değişimin ‘içeriden’ devletin derinliğinden geldiği de o denli doğru.
Yaşanan paralel savaşlara bakıldığında hükümetin parlamentoya sunduğu anayasa değişikliğinin veya yargı reformu projesinin hâlâ kabul edilebilir bir siyaset dili içerisinde karşılandığını görüyoruz. Muhalefet partilerinin reddiyeleri, taktik kaçış çabaları veya kişisel saldırıları, yine de bilinmeyen ve beklenmeyen bir tavrı ifade etmiyor. Meclis’te bir ‘savaş’ halinin geçerli olduğunu söyleyebilsek bile, bunun parti yöneticilerinin dilinde ve parti disiplini çerçevesi içinde yaşandığını görmekte yarar var. Milletvekili seviyesine inildiğinde ise, hangi partiye mensup olursa olsun, siyaseti ‘okuyan’ ve tam olarak söze dökmese de Türkiye’yi tanıyan insanlarla karşı karşıyayız. Dolayısıyla bugün partiler arası bölünmelere karşın, Meclis’i bir bütün olarak etkileyen ve ortak kanaatler yaratan tesbit ve teşhislerin yaşandığını gözardı etmemek lazım.
Bu tesbit ve teşhisler, ordu ve yargıda bugüne dek görülmemiş cinsten çatışmaların yaşandığını ve bunların henüz en üst noktaya da gelmediğini söylüyor. Emekli Birinci Ordu Komutanı Çetin Doğan ile eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök arasındaki atışma, bir ‘emekliler’ itişmesi değil. Halen devam etmekte olan bir çatışmanın dışa vuran yansıması. Bu bağlamda şu anki Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un, geçmişte Birinci Ordu seminerlerinde rutinin dışına çıkılarak gerçek kişiler ve yerler kullanıldığını rapor etmiş olması, belki de bugünkü göreve nasıl geldiğinin de açıklamasını içeriyordur. Çünkü anlaşıldığına göre, ordudaki darbe hezeyanı henüz AKP iktidarının ikinci ayında başlamış ve üst kademenin genel olurunu da alamamış. Diğer bir deyişle AKP’nin ne yaptığından bağımsız olarak, sırf bu partinin iktidarda olmasından hareketle ordu içinde uzlaşmaz bir kırılma oluşmuş. Başbuğ’un Genelkurmay Başkanı olması, hem yeni bir denge arayışının varlığını, hem de ordu içindeki meşruiyet yanlılarının nihai noktada daha dirençli çıkmış olduklarını akla getiriyor. Nitekim Genelkurmay’ın Ergenekon davası kapsamındaki tavrı da, söz konusu dengeyi gözetirken, aynı anda hukuksal meşruiyeti savunmaktan yana oldu. Bir yandan yargı sürecinin bağımsızlığına vurgu yapıldı, bir yandan da suçlanan muvazzaf subayların tutuklanmasını engelleme gayreti içinde olundu.
Bu tutumun kurumsal bütünlük, devamlılık ve toplumsal imaj açısından işlevi açık. Ancak alttan alta giden çatışmayı gizlemeye yetmediği de belli... Benzer bir olay yargıda da yaşanmakta, ama ordudan farklı olarak üst yargı kurumları ile savcılık müessesesini ve mahkemeleri karşı karşıya getirmekte. Yargıda ‘devletçi’ bir bütünselliğin sağlanması, bu kurumu toplumdan uzaklaştırarak, dolayısıyla üst yargıyı kendi içine kapalı bir kast haline getirerek mümkün olmuştu. Bu nedenle ordunun aksine yargıdaki kırılma dikey eksen üzerinde oluyor ve Ergenekon davası bağlamında Cumhuriyet savcılarının üst yargının ideolojik vesayetine direnmesine tanık oluyoruz. Başsavcı ise kendince denge arayışı içinde... Bir yandan aynen Başbuğ gibi hukukun üstünlüğü lafları ediyor, öte yandan da soruşturmayı durduruyor, dosyaları savcılardan alıyor ve açık bir biçimde taraf oluyor.
Bu gidişin bir geri dönüşü yok... Türkiye’de sistem deşifre oluyor, şeffaflaşıyor ve böylece siyasi ve ideolojik özüyle ortaya çıkıyor. Esas kırılma ise, devletle siyaset arasında değil, zaten siyasete el koymuş olan devletin içinde yaşanıyor. Geçmişte olsa üstü kapanabilecek olan bu kırılma, günümüzde istenmediği kadar görünür hale gelmiş durumda ve bu da bir geri dönüşü imkânsız kılıyor.
Toplum olarak artık bu ordunun ve yargının ne olduğu hakkında bir fikrimiz var ve bu değerlendirmeyi yok sayarak ‘ilerlemek’ mümkün değil. Reform çabasını, değişimi ve adaleti engellemek üzere atılan her adım, aslında reformun, değişimin ve adaletin önünü daha da açıyor.
TARAF