Kimlik modern bir kavramdır. Bugün, bırakın "sokaktaki adam"ı, entelektüel; hatta akademik çevreler bile "kimlikler dünyası"yla "aidiyetler dünyası"nı aynı şey zannediyor.
Oysa bu ikisi birbirinden tamamıyla farklıdır. Eski dünyada insanların kimliklere ihtiyacı yoktu. Bunun yerine aidiyetler ön plandaydı. Bu nedenle öncelikle aidiyetlerin ne tür bağlar olduğunu gözden geçirmek gerekiyor. Aidiyet bağlarının psişik boyutu ön plandadır. Daha doğrusu aidiyet gönüllülüğe ve içselleştirmeye dayanır. Dolayısıyla psişik bir boyut taşır. Aidiyet bağları tarihsel pratiklerin birikiminden beslenir. İçselleştirilen de zaten bu birikimin kendisidir. Bu birikimin, son tahlilde "aşkın" ve "dünyevi" gerçekleri, "içkin"de bütünleştirmeye ve tutarlılaştırmaya adanan geleneklerle etkili bir ilişkisi olduğu çok açıktır. Aidiyet bağları bir bakıma aşkın olanın tarihsel çevrelerde nasıl akılcılaştırıldığını ve insan teklerinin tutunum temelli dertlerine deva olduğunu gösterir. Aidiyet bağları geniş bir yorum ağının varlığını da gösterir. Burada bir standart yoktur. İklimlerden başlayarak çok sayıdaki coğrafi etken, karmaşık fıtrat ve meşrepler bu yorum ağını şekillendirir ve bugün biz modernlere şaşırtıcı derecede zengin gözüken bir kültürel çeşitlilik kapsamında tecessüm eder. Bu halleriyle karmaşık ve çoğu kez de tutarlılığı su götüren aidiyetlerin belli bir kimlik etrafında ifade edilmesi imkânsızdır. Aidiyet bağlarının çeşitlenmiş dünyasının, esaslı dönüşümlerin ürünü olduğu açıktır. Bu dönüşümlerin mahiyeti üzerinde dikkatli bir şekilde durmak gerekir. Modern insan için değişim ya da dönüşüm gibi kavramlar "kendinde" süreçlerden çok, ideolojik olarak müdahale edilen süreçler olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla çoğu kez zihinsel olarak sıkıntılıdır. Radikalizm bu sıkıntının ifadesidir. Oysa kadim dünyadaki kültürel çeşitlilik ya da bugün biz "fakir" modernlere gözüktüğü üzere "zenginlik", ideolojik müdahalelerden ari; ağır işleyen ve çok uzun soluklu tarihsel bir spektrumda yer değiştirmeler ve farklılıklarla yüz yüze gelmelerin ve derin sindirmelerin eseridir. Kültürel antropoloji ve tarih çalışmaları geleneklerin durağan olmadığı ve ağır ağır da olsa dönüştüğü; sızdırmaz olmayıp zamana dayalı kültürel etkilenmelere açık olduğu artık biliniyor. Bunu biz Türklerin tarihsel serencamı kadar açık ortaya koyan ne var ki? Orta Asya steplerinden başlayan yolculuğun yaşadığı derin İran, İslam ve Roma transformasyonu aslında ne kadar derin bir dönüşümdür? Mesela erken dönem Osmanlı'sı ile Fatih Sultan Mehmed'in Osmanlı'sı elbette ki farklıdır. Bu farklılıklar, müesseselerden sanatlara kadar hayatın her alanında görülür. Zaman ve zemindeki duruşları; zihniyet ve duyuş farklılıkları ile bir Bursa camii ile bir İstanbul camii büyük farklılıklar gösterir.
Bireyi kutsamanın rasyonelleştirilmesi
Demek ki, gelenek durmuyor. Onu bize durur gibi gösteren modernliğin zaman telaşı, ya da "timing"leridir. Acul modernlik ağır işleyen geleneği sabit görüyor. Hepsi bu. Öte yandan aidiyet bağlarının bizatihi kültürel bir zenginliğe delalet etmesini bireysel düzeyde anlamlılaştırmak güçtür. Burada cemaat hayatı belirleyicidir. Kısaca söylemek gerekirse, bu zenginlik komüniteryen bir zenginliktir. Kapalı yerelliğin tecrübeleriyle ya da geleneklerle temellendirilmiş aidiyetler, bireysel düzlemde elbette sınırları ve engelleri ifade eder. Kadim dünyanın dönüşümleri ve çeşitlilikleri cemaat hayatlarının iç yapılarında yaşanan meselelerdir. Yorumlar cemaat hayatının sürdürülebilir oluşuna bağlıdır. Modern dünya kadim dünyanın aidiyetlerini tahrip ederken en çok geleneklerin bireyselleşmeyi sınırlandıran özelliğini vurgular. Kendi zaman kavramlaştırmasıyla sabit gördüğü geleneklerin yapısına saldırır. Aslında bu yeni bir tür zenginleşme vaadidir. Tecrübeyi geleneklerin ya da "aidiyetler"in sultasından kurtarmaya ahd eder. Bunu da "bireysel özgürlük" ekseninde dile getirir. Artık aşkın-dünyevi-içkin olan arasındaki uyumlulaştırma endişesi terk edilmiştir. Aşkın'a özgü nitelikler içkinleştirilir. Birey tanrısallaştırılır. Buradaki kurgu şudur: Tanrısal niteliklere sahip bireyler kendi tecrübelerine dayalı aidiyet inşa etme hakkına sahip kılınmalıdır. Eğer bu olursa insanlığın genel yararının daha etkin kılınacağını savunur. İşbölümü aidiyetin belirleyicisi kılınmaktadır.
Bireyi "boğucu geleneklerin baskısından" kurtarmak isteyen ve kâğıt üzerinde çok şık gözüken bu bakışın hayatta karşılığı ise tartışmalıdır. Modern mukadderatlar; derin kopuşlar, yabancılaşmalar ve rutinler üzerinden şekillendiği için bu iyimser bakışın aktüel hayattaki karşılığı sınırlı olarak görülür. İşlerin Adam Smith'in beklentileri doğrultusunda yürümediği çok aşikardır: İşte kimlik burada işlev kazanır ve aidiyet bağları zayıflamış ya da yok olmuş insan teklerine tutunum sağlayan yegane bağlar olarak sunulur. İşbölümüne dayalı olarak kurgulanmış kimliklerin iş ve işlemler dünyasının kolaylaşmasını sağladığı aşikardır. Ama kimlikler bilişsel-işlevsel yararlarının dışında bir anlam taşımaz. Taşıdığımız muteber bir pasaport bizim yeryüzünde herhangi bir engele takılmadan tanınmamızı ve seyr-ü seferde bulunmamızı sağlar, o kadar. Bir başka örnek verelim: Anne ya da babasının hışmına uğrayan ve onlardan eziyet gören bir çocuğun, ebeveynine karşı bir bağ geliştirmesi beklenemez. Ama kimliğinde kendisine eziyet eden ebeveynin çocuğu olarak tanımlanacaktır.
Kimlikler, bilişsel-işlevsel yapıları itibarıyla yavanlaşır ve en sonunda bir dizi rutine dayalı olarak çalışan simgesel-sayısal kodlara dönüşür. Aidiyet bağlarının zaman ve zeminde tecrübi karşılıkları vardır. Oysa kimlikler dünyasının öngördüğü bütün bağlar tarihsel ve psişik olarak sorunludur. Kimlikler tarihsel kayıtlardan arındırılmış kategorilerdir ve yüzeylerde ve ontolojik dünyanın sınırlarında dolaşır... Kimliklerin nesnelliği buna işaret eder. Zaten bir şeyi nesnel kılmak onu tarihsel çevresinden koparmakla başlar.
Şunu görmek gerekir ki, kimlikler ve aidiyetler birbirini çağrıştıran bir kavram çifti olmak bir yana, derin bir karşıtlığı ifade ediyor. Bu iki kavramı bir koşutluk içinde algılama yanılsaması kimliklerin kültürelleştirilmesi olarak tanımlanan bir zihinsel kırılma üzerinden gerçekleşir. Aidiyet bağları örselenmiş, zayıflamış ya da ortadan kalkmış modern nesiller bu boşluğu, kimlikleri kültürelleştirerek ve birer aidiyet bağı düzeyine kavuşturmaya çalışarak aşmaya çalışmıştır. Bu alabildiğine ağır bir hayal-fantazma yatırımını gerektirmektedir. Bu yatırımların politik-moral nitelikleri reddedilemeyecek kadar belirgindir. Mesela evrenselciler bu ağır kültürel yatırımın tipik örneğidir. Evrenselciler, modernliğin ön plana getirdiği ve özünde işbölümü gibi soğuk bir ilkeye oturan insan-merkezli bakışı, moral ve duygusal anlamda işleyerek bir aidiyet bağına dönüştürmek istemişlerdir. Sayısal olarak milyarlarla ifade edilen, alabildiğine farklı kültürel köklerden gelen insanların tümünü kucaklama iddiası güçlü edebiyatlarla donanarak, kendisini etkili bir niyet olarak hissettirse de zaman içinde inandırıcılığını kaybetmiştir. Mesela politik-kültürel tarih, oryantalizm meselesinde olduğu üzere, bu iddiaların pratikte nasıl yerel sınırlara çarptığını, ne derecede derin çelişkiler kazandığını gösteren örneklerle doludur. Tarihselliklerin tahribatı üzerinden şekillenen kimlikler, paradoksal olarak kendisini güçlü tarih iddialarına dayandırarak da tezahür edebiliyor. Milliyetçilikler bunun en tipik örneği. Evrenselcilerin tarihsellikleri toptan yadsıyan bakışı üzerinden bir insan kimliği geliştirme iddiasına karşın, milliyetçilikler tarihselliği seferber ediyor ve bunu politik-moral düzeyde işliyor. Bu da büyük bir hayal yatırımı. Oysa buradaki tarihselci bakışın aslında Popper'in kavramlaştırmasıyla ne denli "tarihsici" kaldığını görebiliyoruz. Kimlikler dünyasını, ister nesnelliği ile bırakalım; ister ona politik-moral anlamlar yükleyelim; aidiyet bağlarının bir zamanlar gördüğü işlevleri görmeyeceğini anlamak zor değildir. Bugün politik-moral mühendisliğin yeni nesnesi, daha küçük ölçekli ve tortusal bağların kimlik mertebesine kavuşturulma tutkusu. Sözü edilen çabaların yerini almaya çalıştığı eski kimliklerin akıbetine uğrayacağını kestirmek güç olmasa gerekir. Bu noktada düşünüş kulvarını değiştirip, daha ilginç bulduğum bir başka hususa değinmek istiyorum. Kimlikler, orijinal kozası olan işbölümünün dışında, politik, kültürel ve moral işçiliklerle ortaya konduğu nispette rahatsız edici olmuştur. Kapitalist dinamiklerle uyumlu olanı, kimliklerin mümkün mertebe işbölümünün sınırları içinde tutulmasıdır. Kimliklerin göreli olarak kültürelleştirme, tarihselleştirme (tarihsileştirme olarak anlaşılmalıdır) ve moralize edilmesi de kabul edilebilir; hatta, mesela Wallerstein'ın milliyetçilik analizlerinde gösterildiği gibi, eşitsiz olarak işleyen işbölümünün meşrulaştırılmasında katkı sağlayabilir. Ama kabul edilebilir sınırların ötesine geçildiğinde sıkıntılar yaşanması riski daima vardır. Mesela İkinci Dünya Savaşı'nı fişekleyen ırkçılık, Nazizm ve faşizm işte bu aşırılıkların ezberden sayılan örnekleridir. Ama günümüz kapitalizmi, kimlikler dünyasıyla kurduğu ilişkiyi her zaman olduğundan daha incelikli işliyor. Öncelikle kimlik politikalarını "politika"- "politika öncesi" bir eşikte tutarak denetliyor. Sivil toplum kavramının son yirmi senede geçirdiği tuhaf "mutasyon" ve vıcık vıcık bir hale gelmesi bunun göstergesi. Ama başka bir şey daha yapılıyor: kimliklerin endüstrileri inşa ediliyor ve aidiyet geliştirmede alabildiğine kısırlaşmış insanlara, kolayca edinebileceği kimlikler pazarlanıyor. 1970'lerde kendisine Marksist diyen adama ne okuduğu ve neyi ne kadar anladığı sorulurdu. Yakın zamanlarda ucuzundan alınan Che Guevara portreli ya da karikatürlü bir tişörtü kuşanıp sokaklarda dolaşmak yetiyor.
Kavramları tuhaflaştıran marjinal kutlamalar
Kimlikler patlaması kültürel çeşitlilik ve zenginlik olarak sunuluyor. Yukarıda kimliklerin genel insanlık tarihi itibarıyla nasıl bir kısırlaşmayı ifade ettiğine işaret edilmişti. Markalaşmaya dayalı tüketim kapitalizmi bu içeriksizleşmeyi, oluşturduğu kimlikler panayırında, Bakhtin'in ifadesiyle onları karnavalesk hale getirerek daha da derinleştiriyor. Karnavalesk, sosyal rutinlerde yasaklı olan bazı hususların, kendilerine belli ritüeller kazandırılarak ve belli dönemselliklerde "göz yumulan çocuksu yaramazlıklar" olarak yaşanmasını sağlıyor. Bu yeni kimlikler dünyasının tematikleri tarihsel bağlamından tamamen çıkarılmıştır. Nostalji ve post modern romantizm bu tematiklere uçuculuk kazandırıyor. Ucuz markalarla donanarak çok kimliklilik her zaman olduğundan daha kolay. Son tesadüf edilen gelişme ise nostalji üzerinden yürütülen nesil romantizmleri. Şu aralar yirminci sene-i devriyesinde bir "68'lilik"tir gidiyor. Vicdan sahibi herkesin ittifakla kabul edeceği üzere politik bir gaddarlıkla gençliklerinin baharında idam edilmiş olan Deniz Gezmiş ve arkadaşları bu 68'li kimliğin kült kişilikleri. 68'lilik ayinlerinde alabildiğine çocuksu, saf ve iyi niyetli özellikleriyle anılıyorlar. Bu üç arkadaşı -kurbanı- steril kişilikler haline getiriyor. Aslında bu sterilizasyon 68'lilik kimliğinde o neslin yaşayan insanlarının kendilerini arındırmasıdır. Deniz Gezmiş ne kadar yurtsever, ne kadar saf ve idealistti demek, "görün, ben ne kadar yurtsever, saf ve idealistim" demenin dolaylı ifadesidir. Bu ayinde yer almak için illa ki 1948'de doğmuş olmak gerekmiyor, 68'li kimlik bir "ruh"a dönüşüyor ve sempati duygularıyla kanatlanarak herkesi içine alabiliyor. Bundan sonrası gözü pek, uyanık girişimcilere kalmış. İhtimal, bu gidişle Deniz Gezmiş tişörtleri işportalarda gözükecek, 68'liliği yansıtan stickerlar, posterler, anahtarlıklar piyasaya çıkacak. Nazım Hikmet kültünü bitirenler, Deniz Gezmiş'i de bitirecekler.
Her marjinal kutlama onu daha da tuhaflaştırıyor. Bu tuhaflaşma bir süre sonra büyük bir bıkkınlığa dönüşecek. O zaman kim bilir, sıra bizimkilere -78'lilere- gelecek. 68'liler bizim büyüklerimizdi. Bizi tıfıl bulur, pek aralarına almazlardı. Bu yüzden biz "78"liler" onları içeriden tanıyamadık. Dolayısıyla onlar hakkında söyleyebileceklerimiz sınırlıdır. Ama tüketilmiş bir 68'lilik üzerine 78'lilik edebiyatları başlarsa, herhalde söyleyecek daha fazla sözümüz olur...
Zaman gazetesi