YeniŞafak'taki köşesinde Yasin Aktay 'Ulemanın görevi' başlıklı yazısında Suudilerin yönetiminden etkilenen Büyük Alimler Heyeti'nin İslam dünyasına gerçekten katkısı olup olmadığını örneklerle açıklıyor. Nerede bir kan akıyorsa -bariz bir şekilde Müslüman ülkelerde- buralarda kanın durdurulması için bir şeyler yapılması elzem hale geliyor. Ulema ise bu konularda bir fikre dahi sahip değil!
Suudi Arabistan’da bir Büyük Alimler Heyeti vardır. 1971’de devlet tarafından kurulmuş, başkanlığını Başmüftülük makamındaki birinin yürüttüğü Heyetu’l Kibaru’l Ulema, ülkedeki dini görüşleri ve müesseseleri kontrol eder, sosyal ve siyasi olanlar da dahil dini meselelerde görüş bildirip fetva veren bir kurum. Üyeleri kraliyetçe atanıyor.
Tabi kralın “hadimu’l Haremeyn” sıfatını taşıyor olması ve ülkenin resmi dininin İslam olması dolayısıyla bu heyetin birinci önceliği ülkede ve dünyada İslam’ın ve Müslümanların yararını gözetecek her türlü hususta bir hassasiyetle hareket etmesidir. Mesalih-i Mürsele, yani toplumun yararı, Müslüman toplumun iyiliği İslam fıkhında yasamanın önemli kaynaklarından birisidir. Bütün Müslümanların yararına olan veya Müslümanların bir zararını gideren şey olarak tanımlanan Maslahat, Kur’an, Sünnet, İcma ve Kıyasın yanısıra bir fıkıh teşri kaynağı sayılmıştır.
Asıl görevi Müslümanlara hizmet olan bir yönetimin de toplumun yararını gözetmekten daha öncelikli bir görevi yoktur. Bu yararı tespit etmek veya bunun dini anlamını tespit etmek ulemanın birinci görevidir. Bugün İslam dünyası gerçek anlamda bir zarar ziyan konumundaysa bunda her şeyden önce ulemanın maslahat ilmini yeterince bilmiyor, işletmiyor olmasının büyük payı vardır.
İslami bir yönetimin en asli görevleri, yasamanın da temel prensipleri olarak, insanların canını, malını, ırzını, aklını ve dinini korumak noktasında İslam dünyası ciddi bir açık vermektedir. İslam ülkelerinde Müslümanların canı, malı, ırzı, aklı ve dini emniyette değil. Müslüman kanı, gayrı Müslim ülkelerde değil, bizzat İslam ülkelerinde dünyanın en ucuz kanı haline getirilmiş durumda. Dünyada en fazla silah Müslüman olmayan ülkeler tarafından satılıyor ve en fazla Müslüman ülkeler tarafından satın alınıyor ve bu silahlarla en fazla Müslümanlar öldürülüyor.
Malları kendi yöneticileri tarafından kolaylıkla müsadere edilebiliyor. Mal güvenliği yok.
Düşünce özgürlüğü olmadığında akıl ve din güvenliği de olmuyor. Müslüman ülkelerin hapishaneleri ortaçağ zindanlarından beter bir durumda kendi halklarının en seçkin, en aydın en alim insanlarını barındırıyor. Bu insanlar hapishanelerde en ağır işkenceler altında yaşıyorlar.
Buna karşılık İslam dünyasında Müslümanlara yönelik büyük bir düşmanlık, islam nefreti, Müslümanların mukaddesatına saldırılar almış başını gidiyor.
Bu, Müslüman dünyanın maruz kaldığı büyük bir zarardır, büyük bir mefsedettir ve herkesten önce ulemanın sesini çıkarmasını gerektiriyor. İşte bu ahval ve şerait altında Suudi Arabistan ulema heyetinden Müslümanların maruz kaldığı bu zararı tespit, telafi ve bu zarara karşı mücadele etme yönünde hiçbir fikir, değerlendirme ve ses çıktığını görmüyoruz.
Ama bu heyet geçtiğimiz günlerde Müslüman Kardeşler cemaatinin bir terör örgütü olduğunu ilan eden bir bildiri yayınlamış.
Bildiride bu yapıyı, “İslam çizgisinden uzak, İslam’ı temsil etmeyen bir terör örgütü, Partizan hedefleri doğrultusunda İslam’a muhalif, din kisvesi altında; bölmeyi, parçalamayı, kaos çıkarmayı, şiddet ve terörü teşvik eden bir örgüt” olarak nitelemiş ve herkesi bu örgüte karşı dikkatli olmaya, bu örgüte inanıp iltihak etmemeye ve sempati duymamaya davet etmiş.
Bu çıkışın ahlaki, dini anlamı bir yana, İhvan’ı terör örgütü ilan etme işini böyle bir ulema heyetinin üstlenmiş olması ilginç ve bir o kadar ibretlik tabi. Zira birkaç yıl önce Suudi Arabistan ile ABD’li istihbarat yetkilileri arasında sızan bazı görüşme tutanaklarında, ABD heyetini İhvan’ın bir terör örgütü olarak ilan edilmesi için ikna etmeye çalışan taraf Suudi Arabistanlı yetkililer olduğu görülmüştü. Buna karşılık ABD’li istihbarat yetkilileri bütün çabalarına rağmen İhvan’a isnat edilebilecek bir terör faaliyeti tespit edemediklerini ve böyle bir şey yaptıkları taktirde kendilerinin hiçbir inandırıcılıklarının kalmayacağını söyleyerek bu doğrultuda kendilerinden bir adım beklenmemesi gerektiğini ifade ediyorlardı.
Bu konuda yapılan seri görüşmelerde ABD tarafı bu konuda ABD’de de bu yönde yapılan bazı girişimlerin başarılı olamadığı, yani İhvan’ın terörle ilişkisini kanıtlayamadıklarını bilakis barışçıl bir örgüt olma yönünün daha fazla açığa çıktığını söylemiş, bu yüzden onu terör örgütü olarak sınıflandırmanın bizzat ABD’nin Ortadoğu’daki iddialarına ve rolüne çok ters bir durum ortaya çıkaracağını söyleyerek Suudlu yetkililerin ısrarına karşı direnmişlerdi.
Yine de yapılması gereken en uygun şeyin İhvan hareketinin demokratikleşmesi ve insan hakları esaslı sürece dahil olması, şiddetin kaldırılması ve aşırı ideolojik söylemlerden vazgeçilmesi konusuna yönlendirilmesi olduğunu da eklemişlerdi, ama bu tavsiye tam da muhataplarının endişelerinin kaynağı değil miydi? İhvan’dan terörist olduğu için korkulmuyor, terörist olmadığı, hatta Arap dünyası için gereğinden fazla demokrasi yanlısı olduğu için korkuluyor. Bu çok açık ve net.
Selman el-Awde gibi bir müstesna alimi haksız yere üç yıldır hapiste tutanlara söyleyecek sözü olmayan bu Heyete gerekli cevabı Müslüman halkın maslahatını gerçek anlamda gözeten sivil ulema veriyor. Dünya Müslüman Alimler Birliği Genel Sekreteri Ali Muhyiddin el-Karadaği, Facebook hesabından verdiği cevapla bitirelim:
“İhvan’ı savunmak için değil, sadece gerçeğin yerini bulması için Kıdemli Alimler Konseyine şu soruyu soruyorum: Denge fıkhı ve öncelikler fıkhı açısından İhvan’a saldırmak mı daha iyi yoksa Hazreti Peygamber’e hakaret karikatürlerini destekleyenlere saldırmak mı? Yoksa Mescid-i Aksa’yı ve Kudüs’ü işgal edenlere ve işgal devletiyle normalleşme anlaşması imzalayanlara ve onun borazanlığını yapanlara saldırmak mı daha gerekli?”