Türkiye’deki klasik iktidar sınıfları ve uzantıları açısından her gelişmeyi krize çevirme, topluma bütün siyasi pozisyonlar için endişe ve vesvese yükleme becerileri tartışmasız bir biçimde üst düzeyde.
Mehmet Akif’in ‘korkma!’ diye başlayan dizelerinin milyonlarca defa tekrar edildiği bir vasatta enteresandır bireysel ve toplumsal olandan siyasal ve diplomatik alanlara değin neredeyse tüm zeminler aleyhimize salt komploların geliştirildiği gelişmeler şeklinde algılansın isteniyor.
Olumlulukları ileri düzeye taşıma, bir takım prangalardan kurtulma ve yeni alanlar açma noktasında dahi olsa bütün durumları kapsamlı bir endişe ve vesvese kaynağı olarak takdim etme yetenekleriyle iktidar sınıfları aslında statükonun devamı için direnç sergiliyorlar.
Analize Sirayet Eden Kibir
Batıcı iktidar sınıfları açısından son dönemin en acil endişe ve vesvese kaynağı Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkışının engellenememesi ve yerine Davutoğlu’nun geçmiş olmasıdır. Erdoğan’ı 28 Şubat sürecinin ardından kimi kesimler için sempatik kılan şey Erbakan’a başkaldıran ve partiyi bölüp Milli Görüş hareketini zayıf düşürüyor görüntüsü olmasıydı. Ardından ‘gömlek değiştirme’ metaforu ve AB’ye girişi süreci için girişilen hızlı ve kapsamlı reformlarla ‘dönüşümün’ geri dönülemez bir yola girdiği yönündeki peşin ve kibirli hükümlerdi.
Filistin’de giderek tırmanan İsrail işgal ve katliamlarına yönelik başlayan yüksek sesli ve fiiliyata dönüşen siyasal tutum ve duruş aslında bütün bir İslam coğrafyasını içeren yeni bir yapılanmanın en güçlü işaret ve sebebiydi. 2011’den itibaren Tunus, Mısır, Libya ve Suriye’de yaşanan süreçte despotik iktidarların değil açıkça Müslüman halkların yanında durarak aslında klasik ‘Türk Dış Politikası’ denilen rezil çizginin ters yüz edilmesiydi ki bunu içeride ve dışarıda ‘eksen kayması’ şeklinde niteleyenler Erdoğan Hükümetine ne öneriyorlardı? Tabii ki adı “yurtta sulh, cihanda sulh” olan edilgen ve işbirlikçi siyasi duruşa sıkı sıkı sarılmayı öneriyorlardı.
Eğer Türkiye bir kontrol mekanizmasına tabi olacaksa bu içeride Batıcı-Kemalist yani laik-ulusalcı iktidar sınıflarının kontrol mekanizmasından başkası olmamalıydı. Aynı kontrol mekanizması dış politika açısından elbette ki ABD-İsrail ve NATO’yla eşitleniyordu. Bu durumda Erdoğan ve Davutoğlu’nun temsil ettiği siyaset tarzının ‘eksen kayması’ adıyla köklü ve kabul edilemez bir ‘sapma’ olarak kamuoyuna takdim edenlerin nasıl bir ideolojik ve askeri kampta yer tuttukları aşikârdır.
Klasik kontrol mekanizmasının içeride zayıflatılmasıyla birlikte dış politikada da klasik çizginin peyderpey dışına çıkılması da mukadderdi tabii ki. Öyle oldu ve AB-ABD’den tercüme edilen politik analiz ve rotaların yerini Türkiye AK Parti Hükümeti sayesinde kendi imkân, ihtiyaç ve hedefleriyle uyumlu bir eksene oturmanın mücadelesini vermeye başladı.
Bu sürece paralel işleyen Kürt Sorunu için açılım süreci ve eğitimden başlamak üzere kamusal alanın üzerine bir karabasan misali çöken resmi ideoloji tasallutundan kurtulmaya yönelik adımlar Türkiye’yi kendi içinde güçlendirdi. Siyasal işleyişin istikrara kavuşması hem ekonomik hem de toplumsal alanlarda mevcut kriz noktalarıyla kolayca oynanmasının önüne geçince artık statükoyu koruma ve kollama adına hareket eden bildik ulusalcı cephenin genişleme sürecine de alenen şahit olduk.
Küresel Endişe Kaynağı
Oslo Süreci’ne ait görüşmelerin sızdırılması, 7 Şubat’ta yaşanan MİT Krizi, Paris Suikastı, Gezi Olayları ve nihayet 17-25 Aralık süreciyle tırmanan gerilim liberaller ve Fethullah Gülen Camiasını ulusolcu aktörlerden müteşekkil cephenin en savaşkan askerlerinden birine dönüştürdü.
Psikolojik savaş ve algı yönetimi konusunda hayli eğitimli ve tecrübeli olan Kemalistler, sol-liberaller ve bu kesimlerden hiç de geri kalmadığı iyice anlaşılan Fethullah Gülen camiası şu söylemi dillerine pelesenk etmiş ve hızla dolaşıma sokmuş durumdalar: Sıfır sorun dediler Türkiye’yi sıfır komşuyla yaşamaya mahkûm ettiler. Hatta daha da ileri gidip Erdoğan ve Davutoğlu’nu Tunus’tan Mısır, Libya ve Suriye’ye kadar İslam coğrafyasında despotik iktidarlar tarafından kanı dökülen Müslüman halkların sorumlusu ilan ettiler. Yetmedi Esed’in katliamlarını protesto edip Suriye’den çıkan Hamas’ı İsrail karşısında zayıf düşürdüğünü iddia ettiler.
Ancak bu sürecin en tuhaf yanlarından biri de içeride ulusalcılarla liberalleri ve Fethullah Gülen camiasını birbirini yaklaştırmasından ibaret olmaması. Suriye rejimi arkasını sadece İran ve Rusya’ya yaslayarak ayakta durmuyor mesela. İngiltere ve ABD’yle istihbarat ve operasyon paylaşımları meselesi bunun kamuoyuna yansıyan bölümünden ibaret. İran’ın ‘büyük şeytan’ ABD’yle neredeyse kucak kucağa bir diplomasi icra ediyor oluşunun ifade edildiği gibi IŞİD korkusundan daha köklü sebepleri olduğunu görmemek mümkün mü?
Türkiye’nin geleceğinden ‘endişeli’ olanlar Sözcü-Cumhuriyet olurlarından kat kat daha fazlası artık. Washington Post, New York Times, Financial Times gibi uluslararası yayın organlarını okuyanlar da az endişeli ve vesveseli değiller hani.