Gökhan Özcan / Yeni Şafak
Hangi kelimeye sığar bir hayat?
“İnsanların çoğu, kendilerinin bir insan oldukları gerçeğine gereken önemi vermezler. Onun yerine, kafalarında kendi vasıflarının ve kimliklerinin birçok hayalî imajlarını oluştururlar. ‘Ben kimim?’ sorusuna çoğu zaman: ‘Bir öğretmenim’, ‘bir işçiyim’ ya da ‘bir doktorum’ şeklinde cevap verirler” diyor Erich Fromm ‘Hayatı Sevmek kitabında. Önemli bir mesele bu! Pek çoğumuz bu tedirgin edici soruya buna benzer cevaplar veriyoruz. Ne iş yaptığımızla, dünya görüşümüzün ne olduğuyla, hangi takımı tuttuğumuzla, doğduğumuz şehirle, kendimize biçtiğimiz imajla ilintili cevaplar... Sorunun derinliğiyle orantısız sığlıkta, düz cevaplar bunlar. Kendimizi gerçekten bu cevaplardaki kelimelerle sınırlı birer varlık olarak görüyorsak, her şeyi bir tarafa, ‘insan’lığımıza bir haksızlık olur bu! Gerçekten hayatımızın sadece küçücük bir parçasını öne çıkaran bu kelimeler bizi tarif ediyor olabilir mi, inanabilir miyiz buna? Peki ama kimiz gerçekte? Verdiğimiz cevapların bizi asla yeterince tarif edemeyeceğini, anlatamayacağını gayet iyi bildiğimiz halde, neden bu sığ cevaplara sığınıyor, sorunun hakkını verecek gerçek bir cevap arayışından bu kadar ısrarlı bir şekilde kaçınıyoruz?
“Sizinle daha önce tanışmıştık değil mi?” diye sordu yolda karşılaşan iki kişiden biri. “Pek tanışmak sayılmazdı” dedi diğeri, “birbirimize isimlerimizi söylemiştik sadece!”
Kim olduğumuz sorusu, varoluşumuzun önemli sorusudur aslında. Kendimize sorduğumuz, sormamız gereken diğer bütün soruların, bu soruya verebileceğimiz cevaptan kaynağını alacağı, oradan hayat bulacağı da söylenebilir rahatlıkla. Kimileri için bu sorunun cevabı, bütün bir ömür süren heyecan verici, sarsıcı ya da her halükârda sancılı arayışların neticesinde ortaya çıkar. Bu cevabı çok arayıp bulamayanlar da olur hatta. Herkes gibi bir kelimelik cevaplarla durumu idare etmek varken, kim böyle can yoran bir uğraşa girer? Pek kimse girmez, girmiyor zaten görünüşe göre. Doktorlar, mühendisler, filanca şehirliler, falancasporlular, sağcılar-solcular, esmerler-sarışınlar olarak yaşayıp gidiyoruz çoğumuz bu yüzden. Sıradanlaştırıcı imajlarımıza böyle sıkı sıkıya tutunuyor oluşumuz, bizi sarsıcı ve sancılı arayışlara girmekten kurtarıyor belki; ama insan olmanın beraberinde getirdiği engin potansiyele doğru yürümekten de alıkoyuyor aynı zamanda. Kendimizi, gerçek mana, potansiyel ve derinliklerimizle birlikte göremediğimizde, tasavvur edemediğimizde, düşünemediğimizde, dünyamız ilkokul hayat bilgisi kitaplarında göründüğünden daha gerçek olmuyor tabiatıyla. Yüzeysel yaşantıların karton karakterleri... Yetiyor mu gerçekten bu kadar hayat bize? Keşke yetmediğine dair işaretler bulup sıralayabilsem buraya!
Frederic Gros, ‘Yürümenin Felsefesi’ kitabında üstümüze ilişmiş basit imajların bizi nasıl kendilerine tutsak ettiklerine, nasıl katılaştırdıklarına işaret ediyor: “Biri olmak, herkesin kendinden bahsettiği yüksek sosyete toplantılarında ya da terapi seanslarında iyidir. Oysa biri olmak, boynumuza ağır ve aptalca bir kurgu zincirleyen (bizi benlik tasvirimize sadık kalmaya zorlayan) toplumsal bir zorunluluk değil midir? Yürürken biri olmama özgürlüğünü yakalarız, çünkü yürüyen bedenin tarihi yoktur, o sadece hareket halindeki kadim yaşamdır.”
“Herkes telaşla kendinden kaçıyor sanki” diye mırıldandı kendi kendine beyaz saçlı adam, “kendi gerçeğine yakalanmaktan neden bu kadar çok korkar ki insan!”