Kim göç etmek ister?

Hamit Emrah Beriş göçün sosyolojik ve psikolojik arka planından hareketle neye tekabül ettiğini inceliyor.

Prof. Dr. Hamit Emrah Beriş / Açık Görüş

Kim göç etmek ister?

Batı ülkelerinde göçmen karşıtlığını siyasî söyleminin merkezine yerleştiren popülist siyasetçilerin yükselişi sürüyor. En son geçtiğimiz hafta sonu İtalya'da yapılan seçimleri Giorgia Meloni liderliğindeki aşırı sağ ittifak kazandı. Meloni'nin İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra seçimlerden zaferle ayrılan liderler arasında Mussolini'ye en yakın çizgideki İtalyan siyasetçi olduğu söyleniyor. Diğer pek çok aşırı sağcı siyasetçi gibi Meloni de göçmen karşıtlığı ekseninde bir kampanya yürüttü. Seçim sonuçları, diğer pek çok ülkede olduğu gibi İtalya'da da yabancı düşmanlığının geldiği yeri gösteriyor. Dahası bu sonuç, Batı dünyasında giderek yükselen göçmen karşıtı eğilimin artacağına işaret ediyor.

'Aşırı' hareketler benimseniyor

Göçmen karşıtlığını esas alan bir yaklaşımın ciddi bir karşılığının olması, çok sayıda siyasetçinin aynı yolu izlemesini beraberinde getiriyor. Geçmişte "aşırı" ifadesiyle nitelenen siyasî hareketler giderek daha geniş seçmen kitlelerine hitap ediyor. Bu durum, dolaylı olarak tüm akımları etkiliyor. Sağdan sola partilerin çoğu, hızlı nüfus hareketliliğinden çok da hoşnut olmadıkları mesajını özenle veriyor. Sığınmacılarla ilgili haberler, toplumlarda hayat tarzlarının, değerlerinin ve hayat tarzlarının tehlikede olduklarına dair panik yaratıyor. Bu kaygı, popülist siyasî dille birleşince geleceğe yönelik kaygılar siyasetin en önemli mevzuu hâline geliyor.

Söz konusu popülist siyaset tarzının odağında toplumun korkularının üzerine gidilmesi var. Dünyanın pek çok yerinde son dönemde çoğalan ekonomik sorunlar, insanların geleceğe yönelik kaygılarını giderek artırdı. Bu sorunların sorumlusu da kısa sürede bulundu. Ülkeye sonradan, özellikle yakın geçmişte gelen yabancılar gittikçe daha fazla şekilde yaşanan tüm sorunların müsebbibi olarak görülmeye başlandı. Göç ile ilgili sorunların olgusal bir gerçek olduğu aşikâr. Ancak algılar burada olgunun çok ötesine geçen bir etkiye sahip. Yaşanan her türlü sorunun ülkeye sonradan gelen sığınmacılara havale edilmesi, çözüme yönelik gerçekçi bir siyaset üretilmesini de gereksiz kılıyor. Bu durum, göçle ilgili mevzuları daha da çetrefilli bir hâle getiriyor. Partilerin çoğu, sığınmacı haklarını korumak ve en temel düzeyde insanî bir duruş sergilemek konusunda tereddütlü bir tutum takınıyor.

Göç mecburiyettir

Oysa son yıllarda yoğunluğu ve hızı artan göç hareketleri hiç de sebepsiz değil. İnsanların yaşadıkları yeri terk etmeleri, üstelik bunu her türlü tehlikeyi göze alarak yapmaları günlük hayatın olağan bir parçası değil. O halde, öncelikle, insanların büyük oranda mecbur oldukları için göç ettiklerini anlamak gerekiyor.

Dünyada son dönemde yaşanan kitlesel göçün en önemli nedeni, farklı ülkelerde yaşanan ve doğrudan insanların hayatlarını tehdit eden güvenlik sorunları. Birleşmiş Milletler verilerine göre son birkaç yılda en fazla göç edilen ülkelerin iç savaşın yaşandığı Suriye, Yemen, Orta Afrika Cumhuriyeti ve Güney Sudan olması tesadüf değil. Ülkelerini terk ederek başka yerlere giden insanların ilk ve öncelikli kaygıları hayatta kalabilmek. Bu insanların ülkelerinde kalmaları için ısrar etmeleri ölümün adeta mukadder olması sonucunu doğuruyor. Dolayısıyla insanların önemlice bir kısmı, yalnızca yaşayabilme ihtimallerini artırmak için göç ediyor. İnsanların belirsiz bir hayata başlamayı göze aldıkları göçle bir bilinmezliğin içine girdiği açık. Hatta zarar görme ihtimali daha ilk aşamada, seyahat sürecinde beliriyor. Göç edenlerin tüm bu riskleri göze almaları, daha en baştan içinde bulundukları tehdidin büyüklüğünü gösteriyor. Üstelik insanların büyük kısmı, göç etmek için hayatları boyunca tüm birikimlerini kaçakçılara veriyor.

Bu durum, amaçlarına ulaşamazlarsa hayatlarının geri kalanının maddî açıdan çok daha zor geçmesi ihtimalini doğuruyor. Hedefledikleri ülkeye vardıklarında ise çok düşük ücretlerle çalışmaya zorlanacak "modern köleler" olabileceklerinin de gayet farkındalar. Bunların hiçbiri, bu insanları niyetlerinden vazgeçirmeye yetmiyor. Geçmişten itibaren Orta Doğu ve Afrika başta olmak üzere dünyanın pek çok bölgesi Batılı devletler tarafından bilinçli şekilde istikrarsız hâle getirildi. Bunları daha kolay yönetmek için iç çatışmalar, etnik ve dinî farklılıkların üstüne gidildi. Modern çağla birlikte başlayan sömürgecilik, biçim ve içerik değiştirerek günümüze kadar devam etti. Ancak yeni yaklaşımda fiili işgal yerine dolaylı müdahaleler yöntem olarak kullanıldı. Bu süreçte ülkelerin kendi ekonomik potansiyellerini kullanmalarına izin verilmedi.

'Başarısız devlet'

Ülkelere yönelik müdahaleler bununla da sınırlı kalmadı. Afganistan ve Irak'a yönelik askerî operasyonlar, Afrika'da farklı etnik gruplara verilen destekler, vekâlet savaşları aracılığıyla terör örgütlerinin beslenmesi ve ülke içi katliamlara göz yumulması kanayan yaranın hiç kapanmamasını beraberinde getirdi. "Başarısız devlet" nitelemesiyle anılan bu coğrafyalara yönelik her yeni müdahale sorunların daha da artmasından başka bir etkiye yol açmıyor. En son yirmi yıllık bir işgal döneminin ardından ABD'nin Afganistan çekilmesi yaşanan tüm sürecin özeti niteliğinde. Afganistan'da devlet kapasitesinin inşası vaadiyle yıllardır çaba gösteren ABD'nin hiçbir şey inşa edemediği çok kısa sürede anlaşıldı. Nitekim Taliban'ın iktidarı ele geçirmesiyle başlayan ve rejim tarafından göz yumulan Afganistan kaynaklı göç dalgası, dünyanın hemen her yerini farklı şekillerde etkiliyor.

Kaynakların sömürülmesi, dünya genelinde önemli bir insan nüfusunun hayatlarını idame ettirmek için gerekli kaynaklardan yoksun kalması sonucunu doğurdu. Günümüzde dahi pek çok ülkenin kendi kaynaklarını yönetmelerine izin verilmiyor. Ülkeler arasındaki ekonomik mesafe de çok büyük olduğu için adil rekabet şartları bir türlü ortaya çıkamıyor. Geçmişte başlayan eşitsiz şartlar bu şekilde giderek derinleşiyor. Bu ilişki sürecinde kuralların da Batı tarafından belirlenmesi nispî bir iyileşme imkânının ortadan kalkması sonucunu doğuruyor. Şartların değişmesinin ileride mümkün olmadığının anlaşılması göçün adeta kaçınılmaz bir olgu olarak belirmesine neden oluyor.

Batı'nın uyguladığı çifte standart insan gücünün kullanılması açısından da geçerli. Uzunca yıllar boyunca Batı ülkeleri, dünyanın geri kalanını ucuz işgücü kaynağı gözüyle baktı. İhtiyaç duyulan her zaman, çok sayıda insan kitlesel olarak Avrupa'ya taşındı. Bu durum, aslında insanlara alternatif hayat kanallarının da gösterilmesi anlamına geliyor. İnsanlar, iş bulmak için başka ülkelere göçerken belirli bir piyasanın da kendilerini beklediğini biliyorlar. Aslında ucuz işgücü kullanımı hâlâ devam ediyor. Başka bir yol ise beyin göçü yoluyla zekânın da transfer edilmesi. Dolayısıyla göç konusunda ikircikli bir tutum olduğu söylenebilir. Bir taraftan ucuz veya nitelikli işgücü ihtiyacının karşılanması açısından göç adeta bir imkan gibi görülüyor. Diğer taraftan ise göç, iç siyasette bir koz olarak kullanılıyor. Ancak bu kartın kullanılması, ülke içinde bazı kesimlerin göçe karşı giderek daha reaktif bir tavır sergilemelerine yol açıyor. Bu insanların uğradıkları mağduriyetler, örneğin bindikleri teknelerin batması sonucu onlarcasının bir günde ölümü giderek daha az haber oluyor.

Göçün sorumlusu kim?

Göç olgusunun gittikçe büyüyen bir kriz durumuna gelmesinin başlıca sorumlusu Batılı ülkeler. Ancak şimdilerde konuya ilişkin bir sorumluluk almaktan kaçtıkları görülüyor. Başka yerlere gitmeye çalışan insanların büyük oranda kendilerinden kaynaklanmayan hayat şartlarına razı olmaları bekleniyor. Üstelik göçe kaynaklık ülkelerdeki hayat şartlarının iyileştirilmesi bakımından hiç çaba harcanmıyor. Bu ülkelere yönelik her müdahale, daha kötü sonuçların ortaya çıkmasına neden oluyor. İşgaller, askerî müdahaleler ve istihbarat operasyonları ülkelerdeki kaotik ortamı daha da besliyor. Kısacası göçe neden olan sorunlar, Batı ülkelerinin dünyanın geri kalanına çekidüzen verme çabalarıyla yakından ilişkili. Türkiye, göçe neden olan sorunlar konusunda tarihsel açıdan en az sorumluluğa sahip ülkelerden biri. Geçmişten itibaren Batılı ülkelerin aksine ne bu ülkelerin kaynakları sömürüldü ne de kendi içlerinde yaşanan sorunları provoke edici politikalar izlendi. Buna karşılık, içinde bulunan coğrafya nedeniyle Türkiye göçten en fazla etkilenen ülkeler arasında en ön sıralarda yer alıyor. En baştan itibaren Türkiye, hem bölgesel hem de küresel ölçekli sorunların çözümü açısından inisiyatif üstleniyor. Bu durumun iç siyasette muhalefetin tüm bu süreci siyasî bir enstrüman olarak kullanmasıyla olumsuz sonuçlar üretebileceği açık. Cumhurbaşkanı Erdoğan, en baştan itibaren bu riski göze alarak göç sorununa insanî bir çözüm üretmeye çalıştı. Türkiye, kendi imkân ve kapasitesi doğrultusunda göç sorununu yönetirken diplomatik hamlelerle uluslararası mekanizmaları da en etkili şekilde kullandı. Buna karşılık, diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye'de de yabancı karşıtı bir propagandanın işlediği görülüyor. Göçle ilgili süreç yalnızca iktidarın değil, muhalefetin de sorumlu şekilde hareket etmesini gerektiriyor. Bu durum, göç bağlamında tüm toplumsal kesimleri tatmin edecek kalıcı ve gerçekçi politikalar üretilmesi için zorunlu. Tarih boyunca göçü doğru şekilde yönetebilen ülkeler bu süreci kendi lehlerine çevirmeyi başardılar. Bu bakımdan, Türkiye de tarihî bir yolun kavşağında. Aslında Türkiye, sorunun ivme kazandığı son on yıldır göç yönetimi bakımından doğru adımlar attı. Bundan sonraki sürecin Türkiye'nin lehine sonuçlar doğurması için geçmişteki politikalarla tutarlılık ve süreklilik gösteren bir çizgi izlemesi önem taşıyor.

Yorum Analiz Haberleri

Gerçek bir lider, ‘övgü, yergi ve tehdit'lerle aslî hedefinden sapmaz!
CHP'nin ideolojik körlüğü Suriye meselesinde ayyuka çıktı!
“Suriyelilerin genelinde zalim bir diktatörü devirmenin onuru var”
Suriye'de yaşananları insani pencereden değerlendirebilmek...
Ezher'in tarihinden neler öğrenebiliriz?