Kıbrıs'taki ikili görüşmeler maratonunun bu defa -artık bu defa- olumlu sonuçlanması için en önemli şart yerinde gibi görünüyor.
Bu defanın en önemli farkı masanın her iki yanında da adada çözüm isteyen liderlerin oturuyor olması. İki eski arkadaşlar; her ikisi de haleflerinin "çözümsüzlük çözümdür" politikasından bıkıp usanan seçmenler tarafından alaşağı edilmesiyle iktidara gelmişler. Toplumlar çözüm istiyor, liderler çözüm istiyor, AB, ABD şiddetle çözüm istiyor, çözüm için de oldukça olgunlaşmış formüller var ortada.
Talat'la Hristofyas arasında Mart-Temmuz arasındaki buluşmalarda "iki kurucu devletin ortaklığı ve eşit statüsü" ile "tek egemenlik tek vatandaşlık" gibi iki temel ilke üzerinde mutabakat sağlanmış durumda.
11 Eylül'den itibaren bu ilkeler temelinde iki tarafın da kabul edebileceği uygulanabilir kalıcı formüller üretmek; cumhurbaşkanlığı, parlamento, hükümet, bölgesel yönetimlerle ilgili olarak görev ve yetki paylaşımını yapmak gerekiyor. Bütün bunların kolay işler olmadığı kesin.
Ama çıkacak problemlerin çözülmez problemler olmadığı da malum. Daha şimdiden, eğer görüşmeler tıkanırsa, tıkanacağı noktanın garantörlük meselesi ve Türk askerlerinin adadan çekilmesi olacağı belli. Rum lider, adadaki barışın ve istikrarın zaten üyesi olunan Avrupa Birliği'nin güvencesi altında olduğunu, ayrıca, bir de Türkiye'nin, İngiltere'nin ya da Yunanistan'ın garantörlüğüne ihtiyaç olmadığını söylüyor.
Doğrusu bu fikre katılmamak mümkün değil. Mademki yeni bir başlangıç yapılıyor; geçmişte bazı özel tarihi şartlarından gelen özel garantör tayini gibi bir uygulamayı devam ettirmenin anlamı da yok. Barış yapılmışsa ve yeni bir devlet kurulmuşsa, Türk ordusunun orada hâlâ kalmasının da hiçbir kabul edilebilirliği yok...
Avrupa Birliği içinde farklı etnik toplulukları barındıran ülkelerin her birinin başına garantör mü dikiyorsunuz birbirleriyle dalaşmasınlar diye? Biz Türkiye olarak, Kosova'da, Bosna'da ve dünyanın başka yerlerinde yaşanan etnik kıyım olaylarına rağmen, o ülkelerde yaşayan halkların bir arada yaşamaya devam etmelerini savunuyoruz.
Ama Kıbrıs'a gelince, birdenbire ağız değiştirip bir arada yaşamanın katliam ve kıyım getireceğini, eğer Türkiye'nin varlığı tepelerinde Demokles'in Kılıcı gibi sallanmazsa, adada Türk askeri olmazsa birbirlerinin boğazına sarılacağını iddia ediyoruz.
Kıbrıs'ta iki toplumun çizilen Anayasal çerçeve içinde barış içinde birlikte yaşamalarının en temel garantisi değişen dünya konjonktürü ve Avrupa Birliği üyeliği faktörüdür. Kimse, AB üyesi bir ülkede Rumların Türkleri boğazlamaya kalkacağını ve AB'nin de buna seyirci kalacağını düşünemez, hayal edemez. Kaldı ki, Türkiye devletinin geçmişte izlediği politika, "garantörlük" kavramının istismara müsait bir kavram olduğunu da göstermiş oldu.
Anlaşmaların Türkiye'ye tanıdığı garantörlük hakkı mevcut Kıbrıs Cumhuriyeti'nin anayasasını garanti altına almayı hedefliyordu. Adada başlangıçta Rum tarafının Kıbrıs Anayasası'nı şiddet yoluyla değiştirme teşebbüsüne karşı garantörlük hakkını kullanan Türkiye, garantör olarak girdiği yerde yeni bir devlet kurulmasına önayak olduğu andan itibaren, fiilen garantör olmaktan da çıkmış; ya da garantörlük hakkını kötüye kullanmış oldu. Şimdi durum buyken ve böyle bir deneyim bütün dünyanın gözü önünde yaşanmışken, Türkiye hâlâ kalkıp da garantör olmaya ve adada askeri güç bulundurmaya devam edeceğini nasıl söyleyebilir?
Bütün diğer konular halledilse bile, bu dayatmanın başlayan görüşmelerin sonuçsuz kalmasını "garanti altına" alacağı besbelli değil mi?
İşte bu noktada, "belki de istenen bu" diye düşünüyor insan. Zaten, tam da görüşmelerin başladığı gün, 25 Temmuz'dan beri açık olan Yeşilırmak Kapısının Türk Barış Gücü tarafından tek taraflı kapatılması da çok anlamlı değil mi?
Bugün gazetesi