Filozof adalet savaşçıları yetiştirdiği müddetçe onun peygamberane bir uğraş içerisinde olduğunu varsayabiliriz. Oysa sefalet nutukları atan entel, dekorasyoncu mantığıyla retorik üreten bir komedyendir. Sorumlu aydın, filozof, alim de retorikçi bir komedyen gibi davranıp, mahalle esnafının alkışlarına dönük bir dille konuşamaz.
Köpek kavramı havlamaz. Yalnızca köpekler havlar. Savaşılması gereken son tahlilde emperyalizm, kapitalizm, zulüm, sömürü kavramları değildir. Emperyaliste, kapitaliste, zalime, sömürgeciye sesini ulaştırmayan, onları deşifre etmeyen, meydanda durup onlara karşı savaşım vermeyenler sadece spekülatif gölgeleri kovmaya çalışan büyücüler olarak kalacaktır.
Zalimlerin kanla ve kılıçla bitiremediği halkların direniş iradesini, serfliğe yönelmiş entel gazeteci, din baronu, üniversite hocası berbat bir teolojik evrenle kuşatmaya kalkışmaktadır. Gülüp geçerek yahut mazur görerek affedemeyeceğimiz kadar büyük suçları işlemiş bu topluluğu oluşturan çeşitli renklerden ve dillerden insanı halklarımız adına mahkum etmek gerekir. Bunlar hezeyan düzenlerinin kabile şefleridir. Bunlar sınırların çok ötesinde debelenen bir idealizmi, ufukların ötesine itilmiş bir hedef mitolojisini dolaşımda tutmaya çalışan kararsız davranış partizanlarıdır.
Telafisi olmayan bir hırsızlık işiyle karşı karşıyayız. Zamanı, tarihi ve toplumu diyalektik bir mühürle kapatmanın uzmanlığına yönelmiş sefiller yürünecek bir yolun olmadığını, hayalli kurulacak bir geleceğin kalmadığını, savaşımı verilecek bir inancın tükendiğini yaygınlaştırıyorlar. Böylece kolektif bir teslimiyetçi bilinç inşa etmek istiyorlar.
Mazeret çoktur. Yeter ki güçsüzlüğün kendisini olumsuzlayarak güç kazanmasına imkan tanıyacak bir evren oluşmasın. Bütün dert de budur. Mezhep savaşı olmasın, ümmetin bütünlüğü bozulmasın, emperyalistlerin oyununa gelinmesin, İsrail bu işlerden karlı çıkmasın, diktatörler kötü ama ayaklanma daha kötü, ölümler çoğalıyor, bunlar olmasın mazeretleri bizlere mazeretçilerin derinlikleriyle samimi bir filozof mu yoksa bilgi Tiranları mı oldukları hususunda çok açık bir tablo sunuyor. Bilgi Tiranlığına hayır!
Asalak yol arkadaşlarındansa açık düşmanlarla karşılaşmak insanı daha tereddütsüz kılar. Fazlasıyla salim ve fazlasıyla mahir bilgi teknisyenleri, inanan ve yaşam savaşı veren insanların ankilozu olurlar. Ancak sağduyunun estetik ütopyası acının saltanatı altında ezilip gidecektir. Gizli bir burjuva düşüncesinin kibrini resmeden medyumculuğun kehaneti de larvalar kurbağaya dönüşünce son bulur.
Kendisini adaletin ikiz kardeşi sayan örtük Mesiyanik tevekkülcülük, kurduğu tuzağa yem olarak, büyük soyutlama düşünceleri, idealar, tedbirler, ölümleri ve zulümleri görmezden gelen analizci üst diller, zahitlik, ilmilik, cilalanmış takva görüntüsü koyarak, kindar ve asalak bir aristokratik burjuva ruhaniyeti içerisinde bizleri sakin bir deniz veya mavi gök altında boş bir çöl gezintisine daveti etmektedir.
Hiçbir şey bizleri en anlaşılır olanın pratik sınama ve sınanma olduğu düşüncesinden vazgeçirmeye güç yetiremez. İnancımız saf bir tartışma meselesi, sofistike bir alegori yada estetik bir dilsel gösteri değildir. Hayat inanmak, yaşamak ve yaşamı devam ettirmek için mücadele etmekten ibarettir. Hayat, bilgelik koltuğuna kurulmuş göbekli dublörlerle değil kan deryasına basarak yürüyen kahramanlarla inşa edilir.
“Devrimci”, takvalı, bilge, “alim”, “hoca” geçinen asalakların oluşturduğu alacalı kitle içerisinde üretilen mutlakçılığın fanatiği olmaktansa, kendi varlık tarlamızın işçisi olarak inancımızın, tarihimizin ve bugünümüzün imkanlarıyla mücadeleye yönelen gerçek devrimci süreçlerin biricik temsilcileri olmaya çalışmak daha faziletli bir tutum olmaktan öte, gerçek bir adanmışlık tarihinin kayıtlarını oluşturacaktır.
Hakikatin gerçek ve samimi takipçisi olarak bir ideolog, gökteki yıldızları hayretle temaşa ederken önündeki lağım çukuruna tepetaklak yuvarlanıveren bir hayalperest değildir. Çünkü hakikat, mucizevi güzellik, gelecek sadece göklerde değildir. Hakikat göklerden yeryüzüne yağar, tenezzül eder. Bilginin göğü ile emeğin, çabanın ve savaşımın yeri arasında bir iskele kurmak için didinendir gerçek ideolog. Herkesin gözlemci sıfatıyla bir gulyabani ordusu oluşturduğu rasathane ikliminde kimsenin bir şey göremediğini gören ve gösterendir ideolog.
Tuhaf teoloji mimarlığı her zaman çekici olmuştur. Sefalet tüccarlığı sefalet felsefesinden başka şey değildir. Sonunda felsefi sefalette karar kılınır. Pastoral bakışların mistifikasyonundan kurtulmak için romantik dille üretilmiş eylem teorilerinden uzak durmak gerekir. Demistifikasyon direnişi yaygınlaştırmanın, zafer yollarını açmanın ve inancı egemen kılmanın etiğini oluşturur.
Mısır piramitlerinin, Roma su yollarının yada Gotik katedrallerin harikalar saçan görüntüsünden emeğin sömürüsünü, özgürlüğün hazin türküsünü, adaletin özlemini duyumsamaya başladığımızda kendimizi bir varlık yokluk mücadelesinin meydanında buluruz. Bu durumda ne sosyolojik analizler bizi tatmin eder, ne felsefi açıklamalar ruhlarımızı teskin eder ne de ters yüz olmuş diyalektik zorunluluk bizi bağlar. Özgürlük, adalet ve inanç uğruna ölümü hiçe sayan adanmışlık bayrağı yükseldikçe yükselir.
Bütün bunlarla beraber kuramı olmayan insanları, yığınları, kitleleri, yapıları kuramsal olarak çürütmeye kalkışmanın veya iknaya yönelmenin anlamı yoktur aslında. Bir dizge kurmak zorunludur: tevhit, adalet, özgürlük. Bu dizgenin somutlaştırılması için bilgi, inanç ve eylem gereklidir. Dizgenin olmadığı yerde gündelik karmaşa, boş hayalcilik, kuru kalabalık, mutluluk verici bir aptallık, vehim, önyargı, şablon, taklit, zahitlik, bilgi teknisyenliği, yüzeysellik ve toplamda bir sefalet tiyatrosu sahnede perdelerini açar. Artık boru çalınır da çalınır!
İflah olmaz dangalaklarla uğraşmaktansa, fraksiyoner nefretlerin, entelektüel gevezeliklerin ve yarım akıl trajikomikliklerin yaptığımız işin doğruluğunu tasdik eden ters kanıtlar olduğunu varsayarak soytarıların oluşturduğu gösterişli divanların komedisini mahkum etmek daha akıllıca bir yoldur. Tumturaklarla vaftiz edilmiş geleneksel soytarılarla, herkesi kendi yanında soyulmuş bir hıyar zanneden modern sürü çobanlarıyla ne işimiz olabilir ki?
İyimserliğin adi komedisi, karmaşanın getirdiği yozlaşma ve emniyet siperlerine çekilmiş olmanın tedbirliliği sayesinde kristalleşir. Su ve ateş ayrışır, hakikat ve taklit ayrışır, cesaret ve korkaklık ayrışır, fedakarlık ve menfaatperestlik ayrışır. Hakikatin hayaletlerinin kol gezdiği gündelik yaşamımızda özneyi öne çıkarmak için hayaletleri baş aşağı çevirmek gerekir. Ancak bu kolay olmadığı oranda azmedilmeye değer bir iştir.
Lümpenlerin “bilgelik” dolu zafer çığlıklarında yada kötümserlik aşılayan mersiyelerinde edilgen bir çürümüşlükten başka bir şey bulamazsınız. Hangisi olursa olsun! Sosyolojik açıklama büsbütün tutarsızdır. Olgular bizlere seyyar satıcı kılığındaki ıskartacılığın huzursuz, hırsız, firari bir mahkumiyet olduğunu fısıldar. Ajitasyon paçavracılarının sokaklarda, meydanlarda, barikat başlarında direnen kahramanları anlatacak ne cesaretleri, ne yetenekleri ne de kelimeleri vardır.
Çürümüşlük iki şekilde görünür olur. Birincisi etkin/aktif çürümüşlük! Teorik bir üst dille adalet savunuculuğu yapan, zulüm kavramına saldıran sorumsuz bir teolojik tartışmadır bu. Olgusal gerçekliğe teğet dahi geçmez. İkincisi edilgin/pasif çürümüşlüktür. Kendini korumaya yönelmiş inziva ve içe kapanmacı eklektik bir lümpenleşmedir bu. Estetik kaygıların, ritüellerin, tapınma seanslarının önde olduğu sefil bir refleksler bütünü yani. Marksist dille söylersek ilki ‘sınıf bile olamamış bir sınıf’, ikincisi ‘sınıf olmaktan çıkmış bir sınıf’tır. Bu ikisi de işçi sınıfına karşıdır. Birinci çürümüşlük halk adına halka saldırır. İkinci çürümüşlük halkın halka saldırısıdır. Bu durumda iki grup da “toplumun maslahatını” savundukları ölçüde potansiyel olarak kendi kendilerinin lümpenleridir.