‘Keyfiliğe, Hukuksuzluğa Alışmak, Zorbalığın Meşrulaşmasının Kapısını Açar’

Yazısında gün geçtikçe büyüyen hukuksuzluk tablosunu ve siyasi tepkisizliği değerlendiren Ali Bayramoğlu, “Keyfiliğe, hukuksuzluğa alışmak, direnci ve kişiliği yok ettiği oranda, zorbalığın meşrulaşmasının kapısını açar” diyor.

Ali Bayramoğlu’nun Karar’da yayımlanan analizini (21 Kasım 2019) ilginize sunuyoruz:

Hukuksuzluğa Alışmanın Anlamı

Baskıya alışıyoruz, bu, iyi bir şey değil. Kişinin özgürlüğünden taviz vermesi kişiliğinden verdiği tavizdir. Kişilerin özgürlükleri bir zincirin halkaları gibi  birbirine bağlıdır, bir kaç halka koparsa zincir dağılır. Demokrasi siyaset ya siyasi tutum bunun farkında olan siyasettir.

Keyfiliğe, hukuksuzluğa alışmak, direnci ve kişiliği yok ettiği oranda, zorbalığın meşrulaşmasının kapısını açar, demokrasi ve gelecek için ölümcül sonuçlar üretir. Nitekim çok yerde açmış ve üretmiştir. Geçici sanılan zorbalık dönemleri böylece kökleşmiş ve kalıcı hale gelmiştir.

Türkiye’deki siyasi tepkisizlik bu bakımdan zaman zaman endişe veriyor. Şüphe yok, ülkede içten içe büyüyen bir itiraz hali var, ama sesler seçimlerden seçimlere duyuluyor. Sandık molaları arasında, sistemin parçaları keyfilik ve hukuksuzluğa adeta tümüyle duyarsız ve bu konuda hareketsiz. Yargı, siyasi partiler, özerk kurumlar, iş dünyası, sivil örgütler, basın buna örnek. Pek çoğunun faaliyeti, olan biteni doğrulamakla, olmadı uyum sağlamakla veya kendi varoluş alanını korumakla sınırlı.

O zaman kamuoyu açısından durum farklı olmuyor.

Hukuka ve demokrasiye aykırı olan, bu ülke için bile çarpıcı uygulamalar ilk yapılışlarında biraz tepkiyle karşılanıyor, ikincisinde gürültü azalıyor, üçüncüsünde yok olup gidiyor.

Geçen hafta  Şanlıurfa’nın Suruç ile Mardin’in Savur, Derik ve Mazıdağı ilçelerinde HDP’li belediye başkanları görevlerinden alındı, yerlerine kaymakamlar kayyum olarak atandı. Bu atamalara birlikte HDP’nin kayyum atanan belediye sayısı 24’e yükseldi. Haber, basında bir kaç satırla olarak yer aldı.

İki gün önce Bağlar Belediyesi’nin seçilmiş, HDP’li 6 meclis üyesinin yerine, kentteki farklı kurumlarda çalışan memurlar kayyım olarak atandı. Haber kendisine bir kaç internet sitesinde ancak yer buldu.

Türk demokrasisi daha önce yaşamadığı bir şeye tanık oluyor. Yerel seçimlerin üzerinde 6 ay henüz geçti. Ülkede toplam oyların yüzde 10’nu almış, TBMM’nin üçüncü büyük siyasi partisinin kazandığı belediyeler teker teker ve adeta sistematik bir biçimde elinde alınıyor.

Ülkede hakim zihniyet için bu gelişmeler sadece Kürtleri ilgilendiren ve hikmet-i hükümetle ilgili bir durum.

Nitekim, buna kapıyı açan kanuni yöntem de çok kişiyi ilgilendirmemişti.

Olağanüstü hal döneminde, Anayasa’nın 127. Maddesi hilafına, 674 sayılı kararnameyle İçişleri Bakanlığı’na seçilmiş belediye başkanı ve meclis üyelerini görevden alarak yerine kamu görevlisi atama yetkisi verilmişti. Böylece görevden alınan seçilmiş kişinin yerine bir başka seçilmişin gelme zorunluluğu ortadan kalkmış, kimi bölgelerde siyasi alanı “devletleştirme”, hukuk devleti dışına itme, hikmet-i hükümetle ele alma işlemi icat edilmiş, olağanüstü hal hukuku kendisinden sonraki dönemlere taşınarak genelleştirilmişti.

Bu durum sadece Kürtleri mi veya HDP’yi mi ilgilendiriyor dersiniz?

Seçmen iradesini yok sayan bu tutum, aslında, Kürt meselesi gibi, herkesi ilgilendirir, zira temsili demokrasi zemininin görülmemiş oranda tahrip olmasına işaret eder.

Ama Türkiye buna  alışılıyor.

HDP’li belediye başkanlarını görevden uzaklaştırma, yerlerine kayyum atama uygulaması HDP’de “sine-i millet” tartışmasını gündeme getirdi. Belli ki, demokratik ve siyasi hayata ilişkin bu tartışma da basını, çoğunluğu, diğer siyasi partileri ilgilendirmedi.

Demokrasinin temsili ilkelerinde ilk ciddi sarsıntıları AK Parti Genel Başkanı’nın kendi partisinden seçilen belediye başkanlarını, oyları onların değil kendisinin aldığı varsayımıyla, istifa etmeye zorlamasıyla yaşamıştı.

Bu konuda da infial sınırlıydı.

Alışıyoruz, doğal kabul ediyoruz.

Foucault’nun yıllar önce söylediği ve benim yazılarımda sık alıntıladığım gibi. “Kimilerine göre,  toplumun ya da bir topluluğun çıkarları gerektirdiğini düşünülüyorsa, hiç bir ölüm, cinayet, mağduriyet, haksızlık, gayrimeşruluk önem taşımaz, hak ve özgürlüğe dair ilkelerin anlamı olmaz...”

Bizde, bu günlerde, sadece kimileri değil, sanki çoğunluk böyle düşünüyor, rejim bunu şiar ediniyor.

Bırakın politikayı, demokrasiyi, insani açıdan, vicdani olarak bile bu, utanç verici bir haldir.

Foucault sözlerinin devamı şöyle getiriyor: “Bu düşüncenin sahibi, ister siyasetçi, ister tarihçi, ister devrimci, ister cemaatçi, ister milliyetçi olsun, ister şu ya da bu haklı davanın yandaşı olsun, ahlaken özünde faydacıdır, strateji denilen algı hastalığının esiridir... Benim ahlakım bunun tersidir. Hayata bakışım, tek tek ve her özgürlük arayışına saygılı, insani, hukuki, evrensel değerleri tahrip eden her iktidara karşı tavizsiz olma üzerine kuruludur. Bu, basit, ama zor bir tercihtir.

Ama demokratik tercih budur.”

Erdem, mesafeli bakışı, vicdan ve insan hakkını iç içe soktuğunuz zaman oluşur. Baskı, taciz, tehdit karşısında düştüğü durumu, başkaları için üretmemek, keskin inançlardan, siyasi pozisyon ve hayat tarzı hükümlerinden uzak durmayı bilmek, erdemdir.

Alışmayın.

Yorum Analiz Haberleri

Meşru olanı savunursan karşılığını elbet görürsün!
Türkiye solu neden hala Esed rejimini savunuyor?
Sosyal medyada görünürlük çabası ve dijital nihilizm
İran aparatlarının komik antipropagandalarına vakit ayırmak bile coğrafya için zaman kaybı...
Nasıl ki ilk Müslümanlar tüm zorluklara rağmen direndiyse Gazzeliler de öyle direniyor!