Nabi Yağcı bu sabah (9 Ağustos) yayımlanan yazısında çok yerinde bir analoji yapıyor ve “askerî vesayet”ten hiç rahatsız olmayıp da “sivil diktatörlük”ten korkanların (bu, “demokrasi” korkusunun kılıfına uydurulmuş ifadesi) zihin yapıları ile kartezyen metodoloji arasında bir ortaklık kuruyor. Bu bir “espri” tabi...
Descartes “Her şeyden şüphelen” ilkesini getiren filozoflardandır ama “yöntemsel şüphe” kavramını geliştirir. Buna gelmeden önce, şüphe duyulamıyordu. En genel önermeden başlamak gerekir. “Cogito ergo sum” bu gereğin sonucudur. Descartes, sonraki bazı yorumcularının ileri sürdüğü gibi, bu cümlesiyle kendini ya da “birey”, gerçekliğin sınandığı son kerte olarak kabul etmiş değildir. “Ben”, düşünebiliyorsam, bu Tanrı evreni böyle yarattığı içindir.
Evet, Nabi Yağcı’nın dediği gibi, bizim “Vesayetçi”ler, tartışılmaz doğru olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’nin varlığını temel alıyorlar. Her şeyin en doğrusunu kurum olarak onun bileceğini kabul ediyorlar (kimilerine göre bunun nedeni TSK’nın Atatürk’ün izinden sapmamış tek kurum olması). Onun toplumla ve her şeyle bu ilişki içinde sonsuz varlığının mutlak gerekliğini savunuyorlar.
Başka her şeyden de şüphe ediyorlar. Onlarınki de böyle bir kartezyen döngü işte.
Yeni Genelkurmay Başkanı’mız da, Kuvvet Komutanlığı’na geldiği sıralarda konuşurken postmodernizmin Atatürkçü ideolojiyi zayıf düşürmek için oluşturulmuş sapık bir ideoloji olduğuna inandığını gösteren sözler söylemişti. İş buralara vardığına göre, Türkiye içinde kimbilir ne komplolar dönüyor olmalı. Onun için uyanık bir Kemalist (ve subay) her şeyden şüphelenmeli. Sadece Atatürkçü düşüncenin doğruluğundan ve TSK’nın kararlarının isabetinden kesinlikle şüphelenmemeli. Bunu yapmak, “hiyanet-i vataniye” demektir.
Onlar bu “dikotomi”yi, bundan bir tedirginlik duymaksızın yaşıyorlar, yaşayabiliyorlar. Ama, gene Nabi Yağcı’nın hatırlattığı gibi, bununla nasıl bir ideoloji, nasıl bir dünya görüşü çıkıyor, biçimleniyor?
Her ideoloji, kendi varsayılmış “saflığını” korumaya çalışır. Onun için, “ortodoks” gibi kavramlarımız var. Ama her ideoloji, aynı zamanda, çevresiyle sürekli bir alışveriş içinde olmak ve bünyesine bazı yeni öğeler kabul etmek zorundadır. Türkiye’de bugün varolduğu şekilde Atatürkçülük, “has ve saf” bir Atatürkçülük olduğunu savunuyor. Ama son analizde Atatürkçülük kendisi devletçi bir milliyetçilik ideolojisidir. Bakıyorsunuz bugünün milliyetçisi, “Enver Paşacı/Talat Paşacı” oluveriyor. Bunların Kemalizm ya da Kemal’in kendisiyle ilgisi ne? Somut politika ve orada yer alan çeşitli bireylerin takındıkları tavırlar çerçevesinde bakıldığı zaman, düşmanlıktan başka bir şey yok. Sakarya Savaşı sürerken Enver niçin Gürcistan’daydı? Türkler savaşı kazanınca niçip kalkıp Tacikistan’a gitti? Daha önce de yazmıştım. Gelip tekrar işlerin başına geçebilmek için Musatafa Kemal’in bu savaşta yenilmesini bekliyordu da ondan.
Ama bugünün Atatürkçü’sü İttihat ve Terakki’yi de bağrına basmaya hazır.
Bir “Batılılaşmacılık” değilse, nedir Kemalizm? Varolan eğri büğrü hukuku da altüst ederek başörtüsünü yasaklıyoruz, filan. Ama aynı zamanda Batı’dan ve özellikle Avrupa’dan nefret etmek zorundayız - ulusal görev olarak.
Bunlar hepsi bir arada “bugünün Atatürkçülüğü” oluyor.
12 Eylül zulmünün (öncekileri şimdilik anmayalım) yaşandığı bir toplumda “demokrasi” için Anayasa değişikliğine “hayır” demek de bu yeni ideolojide normal karşılanıyor.
Hiçbir vakit, ideoloji, en genel anlamıyla “bizim bilgi ve düşüncelerimiz” nesnel gerçekliği olduğu gibi kavramaz. Gene de, bazı ideolojiler, kendi içsel sorunlarıyla, gerçeklikle çelişki içine girebilir, hattâ gerçeklikle kavgaya tutuşabilirler. Gene, ideolojiler hiçbir zaman yüzde yüz iç tutarlılığa sahip olmazlar; ama tutarsızlığın da sınırları vardır. Bireysel düzlemde söylediğimiz “şizoid” olma durumu, yani “bölünme”, ideolojilerde de olabilir. Bunun arkası da böylece gelir.
Nitekim geliyor.
TARAF