Kerbela Olur Yüreği Kahrından Evlad-ı İnsan Olanın

SERDAR BÜLENT YILMAZ

İki AK Parti var Türkiye'de. Bir yanda militarizmi ve vesayet rejimini gerileten, bilmem kaç tane generali içeri tıkan, eski genelkurmay başkanının dahi gözünün yaşına bakmayan, bir çok önemli konuda özgürlükçü adımlar atan -ki buna Kürt sorunu da dahil-, devlet söylemini ve ideolojisini değiştirip daha özgürlükçü bir bağlamda yeniden kuran bir AK Parti var. Hemen herkesin takdir ettiği, toplumun yarısının destek verdiği, önemsediği bir AK Parti.

Diğer yanda ise toplum vicdanını, özellikle de Kürt toplumsal vicdanını kanatan hiçbir konuda harekete geçmeyen bir AKP. Kendi döneminde katledilen Ceylanların, Uğurların; sokaklarda polis kurşunuyla öldürülen çocukların; yargısız infazlarla katledilen insanların; işkencelerden geçirilen vicdani retçilerin; askerlik yaparken dayaklarla, işkencelerle öldürülen, intihara sürüklenen gencecik insanların; cezaevlerinde ölüme terk edilen, sevk zulmüne maruz bırakılan mahkûmların resmettiği ötekilerin karşısındaki bir AKP. Kendisine bağlı kurumlarda işlenen fecaat karşısında insan olmanın asgari gereğini dahi yerine getirmeyen bir AKP var karşımızda.

Merkeze yerleştikçe temsil ettiği çevreye karşı müstağnileşen bu öteki AKP, artık devlet aklıyla düşünüp, devlet diliyle konuşup, devlet refleksleriyle ülkeyi yönetir oldu. Sisteme muhalif olarak başladığı yolun sonunda sistemin merkezine yerleşti. Temsil ettiği çevreye sırtını dönmeye başlayıp merkezin temsilcisi haline geldi. Ayrımcılığı, milliyetçiliği, sağcılığın ve devletçiliğin sığ sularını aşamayan AKP, kendi ötekilerini üretmeye başladı. Umut olacakken umutları kıran bir yapıya büründü. Kendilerine karşı müstağni, muktedir, müstekbir bir söylemi ve tavrı kuşandığı bu ötekilerin gözünde bütün meşruiyetini yitirmiş durumda.

Geçtiğimiz günlerde Şırnak'ın Uludere ilçesine bağlı Roboski (Ortasu) köyü köylülerinin sınırdan geçerken Türk savaş uçaklarının bombalarıyla katledilmesi olayı da benzer şekilde öteki (beriki mi demeliydim?) AKP'yi işaret ediyor.

Bu elim hadise karşısında hiçbir şey olmamış gibi davranan AKP hükümeti, maalesef klasik devlet refleksleriyle, devlet aklıyla hareket etti, etmeye de devam ediyor. Geçmişte de AKP'nin devlet aklını kuşandığını, toplum vicdanını çevreyi temsil kabiliyetini yitirmeye başladığını, giderek merkeze oturduğunu çeşitli defalar ifade etmiştik. Bu olay da bunun en açık göstergesi olmuş oldu.

Roboski katliamı bu bağlamda belki bir milat olabilirdi. Çok üzücü ve elim bir hadiseydi. Bir vahşetti lakin ilk defa Kürtlerin uğradığı bu gadra karşı bir şeyler yapabileceği düşünülen bir iktidar vardı. İnsani yönleri öne çıkmış bir lider yönetiyordu ülkeyi. Annesinin cenazesinde utangaç bir çocuk gibi ağlayan bir başbakanın vicdanına ve duygularına güveniyordu insanlar.

Katliam için Roboski'ye gittiğimde 35 kişinin yasını tutan köylülerin, tüm o kahredici acı ve katliama duyulan öfkesine rağmen iktidardan öte Ergenekoncuları sorumlu tutuşları da hükümetin bu konuda adım atacağı umuduyla ilgiliydi.

Ancak olay tüm karartma çabalarına rağmen ertesi gün duyulunca, gözlerin çevrildiği başbakandan tek bir kelime dahi çıkmadı. İnsanlar haklı bir beklenti içindeydiler. Ve hayal kırıklığı ister istemez yine haklı bir kıyaslama yapmaya sevk etti Kürtleri. Bu olay Kürdistan'da değil de Ankara'da olsaydı, katliamı ordu değil de "yanlışlıkla" PKK yapsaydı başbakan böyle susmaya devam eder miydi? Veya Türk savaş uçakları yanlışlıkla Kayseri'nin bir köyünü yerle bir etseydi başbakan bu kadar serin davranır mıydı? Elbette bu sorular başbakanla paralel olarak suskunluk içine giren herkese, özellikle Türk kamuoyuna, medyaya, aydınlara ve bir kısım muhafazakâr çevrelere de sorulmuş bir soruydu.

Başbakan sadece susmakla kalmadı. Olay yerine gitmeyi aklından dahi geçirmedi. Köyde başbakanı taziyeye bekleyenler yine hayal kırıklığına uğradılar. Analoji yeniden devreye girdi: Bu olay Kürdistan'da değil de Ankara'da olsaydı…

Genelkurmay yaptığı açıklamada olayın üzerini örtmeye, yanlış bazı istihbarat bilgilerini ima ederek şimşekleri üzerinden savuşturmaya gayret ediyordu. Bu alışılagelen bir şeydi lakin Kürdistan'ın tarihi bu tür katliamlarla doluydu ve diğer katliamlarda genelkurmayın açıklama yapması bir kenara, olay asla duyulmaz ve açıklama yapmayı gerektirecek bir durum da olmazdı. Ama bu kez duyulmuştu, kılıflar hazırlandı. Başbakan susmaya devam etti. Hükümet adına Hüseyin Çelik genelkurmay bildirisini tekrar eden bir açıklama yapınca gözler yine başbakana çevrildi. Başbakan susmaya devam etti.

İki gün sonra bir gazeteci, Cuma çıkışı başbakana konu hakkındaki fikirlerini sormasa başbakan susmaya devam edecekti. Ancak başbakan da Hüseyin Çelik gibi genelkurmay bildirisini tekrar etmeyi tercih etti. Üstelik bir de konuya adil yaklaşan bazı medya kuruluşlarını da hükümet çizgisine uygun yayın yapmadıkları için bir güzel fırçaladı. Herkes katillerin fırçalanmasını beklerken gazeteciler fırçayı yemişlerdi. Şöyle diyordu başbakan: "Daha önce gerek Gediktepe, gerekse Hantepe'deki alınan talihsiz neticelerde de silahlar hayvanlarla taşınmıştı. 'Niçin bunlara müdahale edilmedi? ' diye yazılı ve görsel medya tarafından eleştiriler yapılmıştı. Bu defaki ise, böyle bir yanlışa güvenlik güçlerimizin düşmemesi." Evet, bu kez yanlışa düşülmemiş, İHA'lardan gelen veriler ışığında grup imha edilmişti. İstifini bozmamakta ısrar eden Başbakan, beklentileri yine boşa çıkarırken, ölenlerin acıları da giderek arttı hem de öfkeye dönüşerek.

Derken, bu kez Kürtler arasında belli bir saygınlığı ve popülaritesi olan Bülent Arınç konuştu. Katliamın da ele alındığı Bakanlar Kurulu toplantısı sonrası konuşan Arınç da Genelkurmayın açıklamalarını tekrar etti. AK Parti hiçbir zaman genelkurmaya bu denli güvenmemişti. Köylülere tazminat verileceğini müjdeleyerek(!) bakanlar kurulunda meselenin hangi ruh hali içinde değerlendirildiğini göstermiş oldu. "Ver parayı unutsunlar!" Üstelik özür dilenmesinin söz konusu olmadığını özellikle vurgulayarak özür beklentisini de boşa çıkardı. Şöyle diyordu Arınç özür meselesinde: "Zaman zaman ben de özür diliyorum ama her olay karşısında da 'özür dilensin' denilmemeli. Heyet gidiyor, Başbakan ulaşıyor; vali, kaymakam, STK'lar, kanaat önderleri üzüntülerini ifade ediyorlar. Bunun için samimi olmak gerekir ve bu bizde var... İnceleme neticesinde ihmal ya da hata söz konusu olursa özrün ötesinde yakınlarıyla helalleşme, kucaklaşma olacağına inanıyorum. Şu anki noktada kürsüden özür beklemek olmaz." Arınç "her olay karşısında da 'özür dilensin' denilmemeli." derken katliamın hükümet çevrelerinde özgür gerektirmeyecek kadar alelade bir olay olarak algılandığını göstermiş oluyordu. Acaba özür dilemek için başka ne gerekirdi, 35 yeterli bir sayı mı değildi yoksa başka ölçütler mi vardı?

Öyle ya her konuda da özür dilenmez ki! Kürdistan insanının hayatı bu denli ucuz işte. Müstağniliğin zirvesinde dolaşan AKP hükümeti bir özür dilemeyi dahi kendine yediremedi.

Fakat Arınç daha da ileri giderek, katliamın faturasını adeta ölen köylülere çıkarıyordu. Şöyle diyordu Arınç: "İşaret fişekleri, top atışlarına rağmen yoluna devam eden bir grup var. 'Biz terörist değiliz' diye birilerine ulaşmasını bekleyebilirdik. Kendilerine ikaz edilmesine rağmen ulaşılamadığı bilgisi var." Suçlular belliydi; köylüler. Yanlış zamanda yanlış yerdeydiler. Üstelik başlarına bomba yağarken 'Biz terörist değiliz' diye haber de yollamamışlar. Dolayısıyla şimdi niye yakınıyorlar ki.

Beşir Atalay da mecliste yaptığı konuşmada, genelkurmayın bilgilerini tekrarlamaktan öteye gitmedi ve aynı masalı anlatıp durdu.

Nihayet, Erdoğan 3 Ocak günü yani olayın üzerinden tam bir hafta geçtikten sonra partisinin grup toplantısında konuyla ilgili ilk kez derli toplu bir açıklama yaptı. Keşke yapmaz olaydı dedirten konuşmasında, yine genelkurmayın ezberlediğimiz teranelerini dillendirdikten sonra, maktul yakınlarından özür dilemek yerine, katil genelkurmaya teşekkür etti. İşte DEVLET olmak budur.

Evet… Erdoğan'ın AKP'si bir haftadır yüreklerimizi dağlayan ve de hükümet olarak sorumlusu olduğu bu katliam karşısında, son derece aymaz, pişkin, umursamaz bir tavrı sürdürüyor ısrarla. Elbette bunlar karşısında şaşkınlık içinde olanlardan değilim. Galiba Kürdistan'da yaşayan hiç kimse de şaşırmıyordur. Ama yine de beklenti içinde olan acılı ailelerde, "acaba?" diyen insanlarda bir hayal kırıklığı olmuştur. En azından Türkiye'nin değiştiğini ve hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını düşünen geniş bir çevrede bu hayal kırıklığını görmemek mümkün değil.

Ama hala bazıları AKP hükümetini savunma gayretkeşliğine soyunuyor. Bu kişiler ya da çevreler farkında mıdır ki hükümetten öte hükümeti sahiplenenlerin bu tavırlarıdır esas, Kürdistan halkını yalnızlaştıran. Elbette katliamdan öte, katliam sonrası hükümetin ve onu korumaya çalışan kesimlerin tavırları daha yaralayıcıdır. Hal böyle iken bu alanda kalem oynatanlarımız hala her nedense AKP'yi eleştirmekten ısrarla imtina ediyorlar. Maalesef bir de AK Partiyi korumak için kırk dereden su getiren kör vicdanlıları eleştirip, "Biz onlardan beriyiz" demesi gerekenler, duyarsızlığıyla eleştiriyi hak eden kesimlere kol kanat germe ihtiyacı duyuyorlar. Hiç şık olmuyor efendiler...

Evet, bir suçlu varsa o da devletin başındaki Erdoğan ve ekibidir, şayet Türkiye bir devlet ise. En azından "eskiden" böyle düşünürdük. Ömer'in adil yönetimine örnek vermek için kullandığı o meşhur mısralarda ne diyordu merhum Akif:

Kenar-ı Dicle'de bir kurt aşırsa bir koyunu,

Gelir de adl-i İlâhî sorar Ömer'den onu!

İşte, devlet ve devlet adamı sorumluluğunu biz böyle bilirdik. Böyle bir hadise karşısında, katilleri yakalayıp kamu vicdanını rahatlatıncaya kadar gözüne uyku girmez adaleti önemseyen, Allah'tan korkan bir devlet başkanının. Biraz vicdanı kalmışsa, kalmışsa atası Âdem'in fıtratından bir parça ruhunda, Kerbela olur yüreği kahrından.

Buna karşın hala aynı teraneleri dinliyoruz hükümet kanadından. Maktul yakınlarının sözlerinin hiç mi hiç dikkate alınmadığını görüyoruz. İktidar koltuğunun şımartıp müstağnileştirdiği Erdoğan ve ekibi, şu "ustalık" döneminde genelkurmayına sahip çıkmak için 35 masumun ölümünü görmezden geliyor ve köylülerin katlinden mesul olan orduya sahip çıkarak, iktidarının üçüncü döneminde ilk kez Ertuğrul Özkök'ün iltifatlarına mazhar olmayı başarıyor. Dersimle ilgili mangalda kül bırakmazken kendi "Dersimlerini" örtbas etmeye çalışıyor. Birçoklarının da "Bu Kürtler ölümlere alışıktır, bu kadar abartmasınlar, ilk defa mı öldürülüyorlar, bunların niyeti başka, hem PKK de Kürtleri öldürmedi mi hiç, ona niye itiraz etmiyorlar?" dediklerini duyar gibi oluyorum…

Yahu, madem Allah'tan korkmuyorsunuz; bari kuldan utanın!

Ayıptır… Zulümdür… Cinayettir…