MÜNEVVER SOFUOĞLU / HAKSÖZ-HABER
Kentlinin Yetimliği
Katherine Mansfield’in Bayan Brill öyküsünü okurken müteveffa anneannesiyle babaannesini düşündü. İletişimlerinin-sevgilerinin o güçlü bağını anımsadı. Hayatında önemli bir yer kaplamışlardı. Anneannesi ile uzun muhabbetleri, dertleşmeleri olurdu. Dünya görgüsü olan bir kadındı. İletişim uzmanıydı. Savaşçıydı. Kurallarında esneklik payı yoktu. Yokluğu iliklerine kadar yaşamış, emek vermiş, fedakar bir anneydi. İnsani yönü gelişmiş bir vicdan güzelliğiydi. Kişiliğiyle, tavrıyla, duruşuyla ne çok iz bırakmıştı. Vefatıyla geride kocaman bir boşluk kalmıştı. Hiçbir şey eskisi gibi değildi artık, onun yokluğunda.
Babaannesi, sert mizaçlı, az konuşan, nadir gülen biriydi. Duygusal tepkileri yoğun olan cömert bir yüreği vardı. Bir çocuk saflığına sahipti. Ömrünün son iki yılını onlarla geçirdi. Şehri hiç mi hiç sevmezdi. İlle de köyüm deyip dururdu. Hastalandıktan sonra bilinç sorunu yaşadığından mı nedir her gördüğünü köylüsü sanırdı ya da sanmak isterdi. En temel insani ihtiyaçlarını karşılayamaz olmuştu. Bu durum onu büsbütün alıngan yapmıştı. Babaannesini, tıpkı küçük çocuğunu sarıp sarmalayan bir anne gibi yıkar, giydirir, saçlarını tarardı. Onun miss gibi kokan teniyle uyumayı severdi. Birbirlerinin değerlisi ve kıymetlisiydiler. Kalpten kalbe giden yolu paylaşmışlardı. Mizacının zorluklarını-zorlamalarını ve bakımını kolaylaştıran bu olmuştu.
Bu zorlu süreçte anneannesi her gün babaannesini ziyarete gelirdi. Onunla muhabbetle ilgilenirdi. Onun ne kadar değerli olduğunu hissettirir, hissedilmesini sağlayıp öyle giderdi. Evet, anneannesinin güzel yüreği, annesinin babaannesine olan derin saygısı, sebatı, geniş gönlü bütün bunlar babaannesiyle olan ilişkisini zenginleştirip, canlı bir hale getirmişti.
Oysa Katherine Mansfield’in öyküsündeki ihtiyarların dünyaları renksiz ve neftalin kokuluydu.Tıpkı katlanıp, kutuya yerleştirilip, kaldırılan herhangi bir şey gibi. Gıdaları yalnızlık, kimsesizlikti. Paylarına düşen ruhları alınmış heykeller gibi günü bitirmekti. Ev yaşamının başköşesine sahip, değerliler değillerdi. Sosyalleşme alanları parklardı. Tuhaf sessiz, gariplerdi. Etraflarına sanki karanlık küçük odalarından –hatta dolaplarından!-az önce çıkıp gelmiş gibi bakınıyorlardı.
Mansfield, parkı sahneye, yaşlıları oyuncuya, bu trajediyi de gösteriye dönüştürmüştü. Gazeteleri para karşılığında başkaları tarafından okunan, her Pazar gittikleri parkta insanları izleyerek, konuşmalara kulak kabartarak, başka yaşamlara dahil olmaya çalışarak iletişim ihtiyacını gidermeye çalışan yaşlıların gösterisi. Karnaval havası içinde sahnelenen kentli yaşamın yapay mutluluğuydu, bu.
Kafasında nineleriyle olan yaşanmışlıklara, okuduğu öyküye bir de Kahramanmaraş Büyük Şehir Belediyesi tarafından başlatılan “Manevi Evlat” butonu haberi eklenmişti.
Belediye, bir proje kapsamında başlattığı hizmetle, tek başına yaşayan yaşlıların sağlık, ev tadilatı, sıcak yemek, kuaför, ev temizliği gibi birçok ihtiyacını karşılıyor. Hatta güvenlik için polis bile gönderiyor. Bütün bunlar evlere kurulan elektronik sistemle butona basılarak yetkililer haberdar edilerek karşılanıyor. Yaşlıların memnuniyet derecesini ölçmek ve psiko-sosyal destek vermek amacıyla ev ziyaretleri bile gerçekleştiriliyor.
Merhum Akif ne de çarpıcı bir şekilde söyletmişti asrımıza Kocakarı ile Ömer’in hikayesini. İki gündür aç olan torunlarına çakıl taşıyla kaynattığı suyla oyalayan nineye ne demişti Ömer:
-Peki! Senin kocan, oğlun, ya kardeşin, ya dayın… Tek erkeğin de mi?
İnleyen elemi civarda işitilmeyen nine, “Emir uyur mu?” diye serzenişte bulunduğunda bu sözlerin karşısında vurulan Ömer:
-Ömer mesul! Ömer mesul!
Bu yükü sırtlanan Ömer’in ruhunu tarihe mi gömdük? Nasıl oldu da bir belediyenin sosyal projesi aile bireylerinin yerini aldı? Ne uzmanlardan ne bilimsel teorilerden ne de cilt cilt kitaplardan öğrenemeyeceğimiz güzelliklerin öğretmenleri olan büyüklere hayat neden bu kadar küçüldü? Evet, 70 metre karelik yığınlara sıkıştırılan yaşamların dışında bırakılan beton çağın yetim yolcuları.
Yetim kelimesi ne de güzel tanımlıyordu bu tabloyu. Kitap kritiği yaptıkları bir derste, o günün kelimesi olmuştu onun için. Refik Halid Karay’ın Gurbet Hikayeleri eserindeki Köpek hikayesindeki acıyı tarif ederken yetim kelimesini kullanmıştı çalışma yaptıkları abi. Kur’an-ı Kerim’de geçen ayetler ışığında tefsir etmişti, hikayedeki kimsesizliği, çaresizliği.
“Beton yorgunu” evlatların çağında biz olan aile ben olsa da gün olur kalpler fıtri olana döner, merhamet ve adalet timsali Allah Resulü’nün, Ömer bin Hattapların izinden gidenler için. Zira kalplerin evrilip çevrilmesi ancak bu izde umutla yürümekle olur.