Gordon Allport dindarlığın, içe ve dışa dönük olmak üzere iki şekilde olduğunu söylüyor. Onu bu düşünceye götüren neden: “Birey, davranışı üzerinde ne derece kontrol sahibidir?” sorusundan mülhem, sosyal çevrenin insan ve davranışları üzerindeki belirgin etkisinden kaynaklanıyor.
Aldatma, yalan, hile gibi kavramlar, ahlaki olmayan olumsuz kavramlar. Bununla birlikte modern zamanların getirdiği problemlerle başa çıkabilme, örneğin sosyal ilişkileri sürdürebilme gibi konularda sıkça başvurulan bir olgu. Bireyler kaygıdan uzak durmak, en azından minimum düzeye indirmek için, gerçeklerden kaçmak istiyor. Dolayısıyla, gündelik hayatta farkında olarak ya da olmayarak kendilerini aldatıyorlar.
Kendini aldatan kişidoğru olmadığını bildiği şey hakkında kendine yalan söyler ve bu yalana kendi de inanır. Böylece iki kişilik rolü, tek başına üstlenir. Aynı zamanda iki zıt inancı birden taşır ve yanlış olduğunu bildiği bir inanca kasıtlı olarak inanır. Dolayısıyla kişi sadece aldatan değil aynı zamanda aldanandır.
Oysa kendini aldatan kişi çelişkilerden kaçındığını zannetse de çelişkiler içerisinde boğulur. Kaygıyı azaltmak adına bilincini köreltir. Kaygının gerçeklere ulaşma konusundaki rolünü yadsır. Ortaya çıkan bölünmüş benlikler bir süre sonra onun için normalleşir. Artık eylemlerini otomatikleşmiş bir şekilde, bilinçdışı düzeyde tekrarlamaya başlar.
Dolayısıyla birey sorgulamaya ya da üzerinde düşünmeye ihtiyaç duymadığı için bu eylemleri bilinçli olarak yaptığını düşünerek tekrar kendini aldatır. Kişinin davranışları hakkında her zaman makul kabul ettiği bir açıklaması vardır. Kendine ait bir algılama alanı geliştirmiş, bilinçli ya da bilinçsiz öz saygısını zedeleyebilecek duygu ve düşüncelerden uzaklaşmak istemiştir.
Birey; çevresi, kendisi veya davranışları hakkındaki bilgi, düşünce ve inançları arasında bir uyuşmazlık söz konusu olduğunda, uyanacak olan rahatsızlık hissinden kurtulmak adına bilinçli bir şekilde bu fikir veya davranışını değiştirir ya da bu çelişkiye sebep olan bilgi kaynağından uzaklaşır. Onun için fikir ya da davranışı değiştirmek kolaydır çünkü değiştirmek durumunda olduğu bilgi ya da davranışın bir değeri yoktur. Bireyin kendisini zora sokan düşünceden kurtulması onun için yeterlidir. Rahatlaması ve hayatın gündelik meselelerine odaklanabilmesi için bu gereklidir.
“Ben kimim?” ve “Ne yapabilirim?” sorularının cevabı gerçek benliğe, “Nasıl biri olmalıyım?” veya “Gerçekte kendimi nasıl biri olarak görmek isterim?” sorularının cevabı ise ideal benliğe işaret eder. Gerçek ve ideal benlik arasındaki ilişki insanın ruh sağlığını önemli ölçüde etkiler. Sağlıklı bir yaşam için bireyin gerçek yaşantısı ile inandığı değerler arasında bir uyum söz konusu olmalıdır. Zira kişi ideal benliği doğrultusunda davranış sergileyebildiği ölçüde kendini rahat ve kaygıdan uzak hissetmektedir.
Bununla birlikte gerçek ile ideal arasındaki tutarlılığın sağlanması çoğu zaman mümkün olmaz. Bu durumda başvurulan savunma mekanizması “kendini aldatma” olgusudur. Birey gerçek benliği ile ideal benliği arasında bir uçurum söz konusu olduğunda, kendini aldatma yoluyla var olan uçurumu kapatmaya çalışır.
Evrimci teorisyenlere göre kendini aldatma, insanın diğerlerini aldatabilmek için geliştirdiği bir adaptasyon yöntemidir ve sosyal dünya ile ilişki kurmada işlevsel olduğu için faydalıdır. Ancak bu yaklaşım, yalanın psikolojik yükünü hafifletir ve işlenen suçun cezasını minimize eder. Oysa kendini aldatma stratejileri ve doğruların çarpıtılması, kalıcı algı problemlerini beraberinde getirecektir. Dolayısıyla kendini aldatma kısa vadede bireye özsaygısını korumada yardımcı oluyor gibi dursa da, uzun vadede bireyi bir kısır döngü içerisinde bırakacak ve yalnızlaştıracaktır.
Kendini aldatma, ahlaki çöküşün merkezinde yer alır ve karar verme mekanizmasını etkileyerek ahlaki olmayan davranışın etkin bir faili haline gelir. Bireyler ahlaki olmayan davranışları hakkında kendilerine kılık değiştirmiş hikâyeler anlatırlar. Bunun en önemli gerekçesi, kabul edilemez olan davranışlarının sosyal olarak onaylanmış davranışlara çevrilmesi arzusudur.
İstisnasız tüm dinler dürüstlüğe büyük önem atfeder. İnsanların dindar insanlar hakkındaki olumlu ön yargıları da beklenen dürüstlüğün getirisidir. Aldatan dindar bu yüzden aslında kendini aldatmaktadır. Bazı araştırmacılar kendini aldatmayı, bireyin kendini savunması için kullandığı masum bir mekanizma olarak nitelerken, ötekini aldatma ile kendini aldatmayı dürüstlük bağlamında birbirinden ayırırlar. Oysa sosyal çevrelerinde kabul edilebilir olmak adına: “Akıllarınca Allah’ı ve iman edenleri aldatmaya kalkışıyorlar; hâlbuki onlar farkında olmadan yalnızca kendilerini aldatmış oluyorlar.” (Bakara/9) ve kısa sürede bunu karakter haline dönüştürüyorlar.
Batı düşüncesinde dinin kendisinin, bir kendini aldatma kaynağı olduğunu iddia eden söylemlere sıkça rastlamak mümkün. Bu söylemler, dindarların din söylemi ile kendilerini aldattığını ve bu durumun dinin iç sistemine ait bir olgu olduğu iddiasını taşırlar. Buna göre din, zorluklarla başa çıkma aracı, ölümlü dünyayı ölümsüzleştirmek için insanların kurguladığı bir mit, dolayısıyla tümüyle bir kendini aldatmacadır.
Oysa ölüm gibi tecrübelerinin insanları öte dünyaya inanmaya motive ediyor olması, kendini aldatma değildir. Zira kendini aldatmada yalan olduğu açık olan bir şeye inanç söz konusudur. Ölümden daha büyük bir gerçeklik varsa o başka…
Bununla birlikte, dindarın din ile ilişkisindeki tutarsızlıkları bir kendini aldatma örneğidir. Sosyal açıdan daha fazla istenir, kabul edilebilir olmak adına yaşanan dışa dönük bir dindarlık gibi. Bu tarz dindarlık, “Suyun ağzına gelmesi için avuçlarını ona açmış bekleyen adamın durumu gibidir.” (Rad/14)
Kendini aldatan dindar çok ahlaklı ya da iyi bir insan olduğuna dair zannı ile verdiği kararların olumsuz sonuçlarını göremez, yaptığı hataların farkında olamaz ve doğal olarak hatalarından ders alarak daha iyi bir insan olma yolunda ilerleme şansını kaçırır. Dolayısıyla zamanla kendisine yabancılaşır. Sürekli kendini aldatan şişkin egosu sebebiyle sosyal ilişkilerini sağlıklı bir şekilde sürdüremez. Böylelikle hem kendisinden hem sosyal çevresinden hem de ahlaki karar verme yetisinden çok uzakta, bir hayal âlemine hapsolur.
Bu yüzden dini söylemlerin insanları daha dürüst olmaları yönünde teşvik ettiği ancak bazı dindarların örneklik teşkil edemediğini söylemek mümkündür. İnsanlar kendilerine dini inançlarını hatırlatan bir durum yaşadıklarında aldatıcı eylemlere daha az başvururlar. Konu, Müslüman değerlerinin hâkim olduğu bir toplum özelinde düşünüldüğü zaman, İslam’ın öğretilerinden hareketle ihlasla yoğrulmuş içe dönük bir dindarlıkla kendini aldatma arasında ters yönlü bir ilişki vardır.
Çeşidi ne olursa olsun aldatma eylemi, ister kişilerarası ister kendini aldatma, İslam’da hoş görülmez. Bu durumun bir karakter zafiyetine işaret ettiği kabul edilir. Dinin kendisini bizatihi amaç olarak gören ve bu amaç üzere hayatını şekillendiren samimi Müslümanların, dini çeşitli amaçlara ulaştıran bir araç olarak kullananlara nazaran, kendini aldatma mekanizmasına başvurmayacağı açıktır.
Dinin insanları tatlı bir uyuşukluğa sevk ederek aldattığı iddiasının aksine, İslam dini aldatmayı ahlak dışı olarak addeden, engelleyici bir etkiye sahiptir. Kaldı ki dünyadaki egemen sistem dinsel değil sekülerdir. Sisteme siyasal anlamda da yön veren laik yaşam baskındır. Başka bir ifadeyle bireyler üzerinde seküler bir çevre baskısı bulunmaktadır. Bu baskının doğal sonucu olarak birey yapmak istedikleri ile zorunlu oldukları arasında bir ikileme sürüklenmekte ve bu durum bireyde içsel bir gerilime sebep olmaktadır. Böylesi bir ikilemle karşı karşıya kalan bireyin, çelişik durumun yarattığı dengesizliği azaltmak ve beliren rahatsızlık hissinden kurtulmak için çabalaması muhtemeldir. Örneğin Müslüman bir birey olarak katı/dışlayıcı laik sistemde yaşamak demek çoğu zaman için inancını evde bırakıp işe, okula, üniversiteye gitmek anlamına gelmektedir. Bu sebeple pek çok samimi Müslüman, kamusal/özel alan ayrımının bir getirisi olarak zaman ve mekâna göre farklı dindarlık şekilleri üretmek zorunda kalmışlardır. Dinlerini yaşama arzusu ile laik sistemde dünyevi ihtiyaçlarını karşılamabaskısı arasında, sistemin gerektirdiği gibi inanmak ya da “inanmış” gibi yaşamak ikileminde kalmışlardır.
Bununla birlikte şartlar ne kadar zorlarsa zorlasın mümince yaşamak Rabbimize karşı kulluk görevimizdir. Her zamanın ve mekânın imtihanı farklıdır. Zorlu zamanlarda sabır, refah dönemlerinde şükür biz Müslümanlara yakışan özelliklerdir. Rabbimizden imtihanımızı kolaylaştırmasını ve kendini aldatanlardan olmamayı niyaz ediyorum. O’na emanet olunuz.