Halil Berktay / Serbestiyet
Perinçek fenomeni (1) Kendine peygamber
Bu dünyada ve hele bu ülkede, ne desen, ne uydursan, ne saçmalasan, bulunuyor inanacak, peşine düşecek, bağlanacak, seni pir belleyecek üç beş kişi. Sorun müritler değil. Sorun şeyhin kendisi. Sorun, onun nasıl inanabildiği, nasıl yaşayabildiği, böyle paralel bir evrende.
Bir yirmi yıl, şahsen tanıdım. Çılgın solcu gençliğimizdi. Yollarımız ayrılalı beri, otuz küsur yıldır da bazen izliyor, bazen izlemiyorum. Arada sırada fazla göze batıyor maalesef. Çözemediğim şeyler var. Kendine nasıl kabul ettiriyor, nasıl içselleştiriyor, absürd, fantastik, grotesk iddialarını? Hayır, ucuz ve basit bir yalancılık değil bu. Gerçekten özdeşleşiyor söyledikleriyle. Muazzam inanıyor. Diyelim, hiç ummadığı bir gelişme oluyor. Beklentilerinin tersine. Fakat zerrece tereddüt etmiyor. O anda buluyor açıklamasını. Cin tutmuş gibi. Enikonu bir vecd haline giriyor. Kafasındaki “süper NATO”ları, “gizli karargâh”ları, “operasyon şefleri”ni hararetle, tehalükle, tehevvürle anlatmaya koyuluyor.
Tehevvür. Yani öfke, hiddet, kızgınlık. Önemli bir sözcük. Belki anahtar sözcük. Zira Bahçeli gibi onun da içi büyük bir öfkeyle dolu. Lâkin Bahçeli’nin hiddetinden farklı onunki. Sanki herkese. Çevresine, dünyaya, bir de kaderine. Yerini bulamamışlığa. “Gayet Mühim Bir Adam” olamamışlığa (böyle bir hikâyesi var Ömer Seyfettin’in). Kıymetinin bilinmemişliğine. Zaman zaman ekranlarda halim selim göründüğüne aldanmayın. Yukarıda soldaki gibi, yaşlı, olgun, aksaçlı, kibar ve saygın bir beyefendi? Ama bir de (sağda) İsmail Saymaz’a parmak sallayarak bağırması var avaz avaz: “Bitti artık! Haddini bileceksin! Bundan sonra böyle!” Kendisini AK Parti’nin gölgesinde iktidara gelmiş gibi gördüğü, her şeyi dikte edebilir sandığı günlerde. Unutulmayacak bir başka olay, yıllar önce, gene bir televizyon programında, yerinden kalkıp Ertuğrul Kürkçü’nün üzerine yürümesi.
Derinlerdeki nedeni: içindeki dayanılmaz hükmetme arzusu. Önemsenme arzusu. Her şeyin merkezinde olma, kendini öyle hissetme arzusu. Where the action is. O biliyor. Her şey ondan soruluyor. Bir de, sürekli iktidara gelmek üzere. Ya da başka türlü bir zaferin eşiğinde. Sanki gaipten haber alıyor. Nice esrarlara âşina. Hemencecik de inanıyor — hem, kendisine fısıldanan çok özel şeylere, hem de gerçekten yapabileceğine.
Neler hatırlıyorum! Bir yerden bir haber geliyor, örneğin sosyal antropolog bir arkadaşı veya akrabasının özel bağlantıları sayesinde. Generalleri dahi demokrasiye ikna edebileceğini düşünüyor ve oturup yeni bir Siyasî Partiler Kanunu hazırlamaya koyuluyor. O kadar emin kendinden. Başka herkes aptal, bir kendisi akıllı. Ya da, kimbilir kaç kere, iktidara gelmek üzere olduklarını ilân ediyor. Olacak diyor, kazanacağız, çöktüler, oyunları boşa çıktı, alamazlar, kazanamazlar, dağıldılar, bittiler artık. 2002 seçimlerinde, o sırada çok düşman olduğu AK Parti’nin yenilgisini bu sözlerle öngörüyor. Tam tersi çıkıyor, ama hiç mi hiç sarsılmıyor — inanılmaz virajlarının her birinde kendini haklı sayması gibi.
Oysa bence sorun tam tersi: hep yanlış yapması ve hiç aradığını bulamaması, siyasî kariyer iddiasının her bir dönemecinde. Çünkü (1) devrimcilik (Maoculuk) mecrası tükendiğinde, durup düşünemedi her şeyi yeni baştan. Kısa vâdeli baktı; ne pahasına olursa olsun liderliğini sürdürmeye, herhangi bir şeyin lideri olmaya dört elle sarıldı. 1980’lerin sonlarındaki bölünmeyi yaşadığımızda; Oral Çalışlar, Gün Zileli, Atilla Aytemur ve (ben dahil) daha birçok arkadaş Aydınlık hareketinden ayrıldığımızda, büyük bir şok yaşadı ve o noktada, zemin bir şekilde kaydı ayağının altından. Dengeleri bozuldu. Bir daha da toparlayamadı. Hükmümü nasıl yürütürüm, hangi (yeniden tanımlanmış) kümesin horozu olabilirim arayışına girdi. Tek tek sayabilirim. (2) Devrimci kriz tahlilleri. 1987’de, sol örgütlerin birleşmesini isteyen parti-içi muhalefete (bizlere) karşı, Türkiye’nin devrimci bir kriz içine girmiş olduğunu iddia etti. Bunu da çok büyük ölçüde, PKK’nın silâhlı mücadelesine bağladı. Muhalefeti, devrimin eli kulağındayken reformculuk yolunu tutmakla suçladı. (3) Kürtçülük dönemi. Bunu izleyen yıllarda, hep Kürtçülük üzerinden süper-devrimciliğe oynadı. PKK ile flörtü derinleştirdi. Öcalan’ın yaklaşan seçimlerde kendisiyle ittifak yapacağını, bunun da onu ve partisini meclise taşıyacağını umdu. (4) Katı Atatürkçülük ve darbecilik. Öyle olmadı; Kürt milletvekilleri SHP’den meclise girdi. Bunun üzerine Öcalan’la bozuştu. Fakat bu arada, aşırı Kürtçülük propagandasından (tabii haksız bir şekilde) hapse de girdi. Fakat ilginçtir; hapse ultra-devrimci ve Kürtçü girdi, neo-Atatürkçü, orducu ve darbeci çıktı. İslâmcılığı yükselen tehlike gördü, baş düşman saydı. Demokrasiyi reddetti. TSK’yı açıkça ve defalarca darbe yapmaya çağırdı. Bu dönemde partisini ve yayın organlarını birçok eski solcu taraftarına kapadı; devletçi-Atatürkçü kesimden gelme emekli general ve bürokratlara açtı. (5) İslâmiyet ve AK Parti karşıtlığı. 2002 seçimlerine, AKP’nin ve Erdoğan’ın can düşmanı kimliğiyle geldi. Darbecilik söylemini sürdürdü. Bu konumunu Ergenekon tutuklamalarına kadar devam ettirdi. (6) Gülen karşıtlığı üzerinden, AKP taraftarlığına dönüş. Gene ilginçtir; bu seferki hapishane dönemi de bir başka sert dönüşü beraberinde getirdi. AK Parti karşıtı girdi; partisini ve taraftarlarını şoke etmek pahasına, FETÖ karşıtı ve AKP yanlısı yeni stratejisiyle çıktı. Bunu da, Erdoğan’ın ve AK Parti’nin (ezelî ve ebedî baş düşman) Amerika’ya karşı direndiği tahliline dayandırdı. Son günlere kadar hep böyle geldi.
Olmadı, olmadı, olmadı. Fakat beni burada en çok, bütün bu olamayışlar karşısında aldığı tavır ve başvurduğu retorik ve top çevirmeler, lâf dolandırmalar ilgilendiriyor. Dört örnek vereceğim. (a) 1980’lerin ikinci yarısında Kürt milliyetçiliğine bel bağladığını söylemiştim, “devrimci kriz” hayali peşinde. Bekaa Vadisine gitti, PKK tören kıtasını teftiş etti, Öcalan’la gül verip gül alırken fotoğraf çektirdi; Ahmed Arif’in “dağlarına bahar gelmiş memleketimin” dizesine atıfla, “dağlarında gerilla var memleketimin” diye başlayan bir yazı yazdı, o dönemin parti yayın organında. (b) Sonra, 180 derece çark edip bu sefer orducu, darbeci kesildiğinde, o Bekaa gezisi için “devlet bize teşekkür etti” diye konuşabildi, görevli gittiği ve/ya bir yerlere bir rapor verdiğini imâ edercesine. Bununla da böbürlenebildi yani; bu da yalan ve yakıştırma ama, kimbilir, belki özünde budur doğrusu. (c) 12 Eylül’de yargılanırken, iddianamede, TİKP örgütlerinin duvarlarındaki kalpaklı Atatürk resimleri darbecilik kanıtı sayılmıştı. Buna karşı, sıkıyönetim mahkemesinde savunma yaparken, “bundan ders çıkardık, bir daha Mustafa Kemal’in kalpaklı resmini kullanmayacağız” demişti. Bundan da rücu etti. O gün bugündür, dört bir yanında kalpaklı Mustafa Kemallerden geçilmiyor. (d) 1960’lardan itibaren solcu, Marksist, materyalistti. Felsefî planda dine karşıydı. Partisinin yayınevi Turan Dursun’un bütün kitaplarını yayınlamıştı, Din Budur! diye. Ama gün geldi; dua ederken resim çektirdi; “hiçbir Cuma namazını kaçırmam” diye röportaj verebildi (soran da üstelemedi, meselâ hangi camilere gidersiniz, son üç hafta neredeydiniz filân demedi).