“Şüphe yok ki Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hüküm verdiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.”
Biz Müslümanlar için söz konusu siyaset ve devlet olunca en önemli mesele, “hangi sosyal ve siyasal şartlarda imanımızı koruyabileceğimiz ve kendi doğal mecrasında geliştirebileceğimiz?” sorusudur. Bu soru devlet ve siyasetle ilgili yapacağımız her türlü yorum, tefsir ve içtihatlarımızın temel kıstasıdır.
İman; taklidi, ırsi ve geleneksel bağlardan kurtulmuş bir düşünce ile kendinden menkul asil ve faal bir irade olmadan meydana gelmez. Bu latif öz ve cevher her türlü siyasal yapılanmayla bir arada olamaz! Olabileceğini sanmak büyük bir hatadır. İmanın varlığı, insanın düşünce ve irade özgürlüğüne bağlıdır. Dolayısı ile bu hasletlere sahip olunmayan bir siyasi yapıda gerçek anlamıyla bir imandan bahsetmek mümkün olmayacaktır.
Bazı siyasi yapılanmaların düşünce ve irade özgürlüğünün mezarlığı olduğunu biliyoruz. Bu yüzden içinde özgürce iman sahibi olabileceğimiz ve her şeyi Allah’a has kılabileceğimiz bir sosyal ve siyasi yapı talep etmemiz gerekiyor. Bu yapının güç merkezli ve totaliter olamayacağı ise açıktır. İman emanetini özgür iradesi ile yüklenen insanın, insan olabilmesinin nihai ölçütü; bu ilahi emanetini koruyabilmesine bağlıdır.
İmanı koruyabilme ve sürdürebilme, imanın bilinçli bir tercih olması durumunda mümkündür. Ki iman dinamik bir süreçtir. Bu dinamikliği sağlayan olgu ise toplumdaki din, dindarlık ve iman anlayışını ciddi bir şekilde eleştiriye tabi tutabilmekle olur.
Eleştiriler genel anlamda taklide, toplumsal ve kişisel çıkarlara dayalı dindarlığı yerle bir eder. İman, dini inanç ve düşüncelerin eleştirilemediği toplum homojen, köhnemiş, bilinçsiz ve taklitçi bir toplum olur ki, saf muhtevasını kaybederek bilinçli tercih ve seçim yapabilme yetisini yitirir. İnsanlar bireysel, sınıfsal ve cemaatsel çıkarları için birbirlerine düşman oldukları halde bunları Allah için yaptıklarını sanır ve hayal eder! Aslında belli bir grubun çıkarlarının temini ve diğerinin gaspı ile şekillenen sevgi ve nefret duyguları, Allah sevgisi ve nefreti olarak görülür. Hak ve özgürlükleri gasp eden gayrimeşru güç odakları dini kisveye bürünerek kendini meşrulaştırır. Sonuçta sağlıklı olmayan bir iktidar yapısı oluşur ve güçlü olanın zayıfı ezdiği ve sömürdüğü toplumsal ilişkiler, dini bir renge bürünür.
Bu yüzden Müslümanlar her zaman, amel ve düşüncelerinin eleştirilmesine izin vermeli ve bu sayede kendi düşünce, davranış ve duygularını daha halis ve makul hale getirmeye çalışmalıdır. Müslüman bu tür eleştiriler karşısında, “imanımı daha çekici hale nasıl getirebilirimin” çabasına girmeli ve imanını yeni baştan keşfetmelidir.
Farklı düşünenleri baskı, propaganda, yasaklar ve tekfir ederek toplumdan tecrit etmeye çalışmak fikri gelişmenin en büyük engellerindendir. Bu tür bir toplumda düşünce ve ilmi kurumlar vesayet altında demektir. Güç kullanarak toplumu her açıdan dini hale getirebilmek mümkün olmadığı gibi, dayatma ve baskı ile gerçek imanın ve dindarlığın ancak düşmanı olunabilir.
Güç ve iktidar her zaman benmerkezcidir. Her yer ve zamanda kendisi dışındakileri rengi ile boyamak ve hükümsüz kılmak ister. Güç merkezli ve totaliter bir yapı bir müslümanın isteyebileceği en son şey olmalıdır. Bugün bu güç ve iktidarın dünyevi meşruiyetini devlet tekelinde tutuyor.
Devlet kavramı modern döneme ait bir olgu. İslam Devleti ise 20.yy başlarında Reşid Rıza, 1960’lı yıllarda Mevdudi ve Seyyid Kutub gibi öncülerimizin gündemleştirdiği bir kavram. İslami kaynaklarda bu kavrama rastlamasak da, yönetenlerin ilke ve işlevlerini belirleyen; adalet, ehliyet, liyakat, istişare gibi kavramlarımız oldukça köklü ancak ötelenmiş! Bugün İslami bir siyasi yapılanmadan bahsedilince ilk akla gelen kavram ise teokrasi!
Oysa teokrasi, İslam’ın en uzak olduğu egemenlik biçimlerinden biridir. Kimse “Allah adına hüküm”veremez! Tevhid; her tür iktidarı, yönetimi, devleti ve otoriteyi kutsamayı reddeder. Bununla birlikte hiç kimse “Allah’a rağmen”de hükmedemez! Bu iki sapma cahiliye taassubunun özellikleridir!İslam hiçbir siyasal rejim ya da ideolojinin uzantısı değildir. Oysa ideolojiler İslam’dan rol çalmaya çalışan din görünümlü beşeri olgulardır. İslam’ın ilke ve değerleri ise siyaset dâhil insan yaşamının her boyutuna yön verecek ilke ve değerlerdir.
Devletin görevi; güvenlik ve hukuku temin etmek, sosyal düzeni tesis etmek, toplumsal barış, adalet ve paylaşımı düzenlemektir. Bu manada bir İslam devletinden söz etmek mümkün olmasa da, İslami bir devletten söz etmek mümkün olabilmeli.
Bu noktada Osmanlı siyasal geleneğindeki şu örnek belirleyici olabilir. O da padişahların tahta çıkış törenlerinde halkın topluca söylediği; “Mağrurlanma padişahım, senden büyük Allah var!” nidasıdır. Bu nida “Padişahım çok yaşa!”nidasıyla birlikte söylenir. Mesaj oldukça basittir. “Haddini bilir, adaletten ayrılmazsan, sana “çok yaşa” der ve biat ederiz” demektir bu tören.
Allah adildir, merhametlidir, bağışlayıcıdır, cömerttir, kudretlidir, kuşatıcı ve koruyup gözeticidir. Bu özelliklerinin kulları üzerinde de tecelli etmesini ister. Bu yüzden bütün topluma ait bir emanet olan güç, imkân, servet ve makamı elinde bulunduranların sorumluluğu belki de en ağır olanı. Nasıl güneş Allah’a inanmayanı da ısıtıp aydınlatıyorsa, nasıl Allah’ın toplumsal yasaları Allah’ı bilmeyenler içinde hizmet ediyorsa, nasıl nimetler ve külfetler Sünnetullah doğrultusunda herkese dağıtılıyorsa; ey kral, sultan, şah, başkan sende böyle olmalısın ki sorumluluğa layık olabilesin!
Topkapı Sarayının girişindeki kitabede; “tüm mazlumların sığınağı”, kapının arka tarafındaki kitabede ise; “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi ve dünyadaki tüm mazlumların da koruyucusu” yazıyor. Belki de “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” tabirini yukarıdaki emaneti yüklenme konusu ile paralel anlamaya çalışmak gerekiyor. Velev ki uygulamada sorunlar olsa bile!
Bugün için Müslümanlar işte bu idrakle; devletlerini hukukun üstülüğü, sosyal ve ekonomik adaletin tesisi, şura ve istişarenin önceliği, ehliyet ve liyakat ilkeleri çerçevesinde dönüştürme çabası içerisinde olmalıdır. Asıl olan devletin şekli ya da adı değil bu ilkelerle hayat bulabilmesidir.
Bununla birlikte İslam, siyasal iktidarların meşruiyet aracı ya da günah keçisi değildir. Çünkü İslam, insanı beşeri içgüdülerinden arındırıp insan haline getiren, akıl, edep ve imanla terbiye eden bir dinamiktir. Ne zaman ki bu yoldan sapılıp parçalanma, bölünme, yobazlık, iktidar aracı yapılmışsa; zulüm, katliam, baskı ve çürüme devirleri yaşanmıştır. Mesele İslam’ın kendisinden çok, insanların İslam’la kurdukları ilişkinin tarzıyla alakalıdır. Tabi ki şahsiyetli ve haysiyetli bir toplumun devleti de gerçekten şahsiyetli, haysiyetli ve adil olacaktır.
“İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!”şiarı, devletten beklediğimiz niteliklerin özeti gibi. Kuşkusuz İslam için en değerli varlık insan. Bu yüzden, insanın daha ana rahmindeyken sahip olduğu temel hak ve özgürlükleri koruma altına al(a)mayan devlet mefhumu sorunlu olmaya mâhkumdur!
Devlet mekanizmasının işleyişi bir toplumun kalitesini de gösteren bir durum. Burada belirleyici unsur; insanın siyaset içinde aktif ve özgür bir aktör olması, karar mekanizmaları üzerinde etkili olması yani kendisi hakkında söz söyleyebilmesidir. Bunun da yolu tanışma, tanıma, anlama; karşılıklı konuşma, diyalog kurma, pazarlık yapma ve hukuki mahiyette toplumsal sözleşme akdetmekten geçer.
Hiçbir siyasi otorite insanın sahip olduğu haklara riayet edince lütufta bulunmuş değildir. Bu otoriteye düşen; bu hakları vermek değil, zaten var olanı korumak, kullanılması için uygun ortamlar oluşturmak, eyleme dökebilmeyi garanti altına almaktır.
Oysa bu noktada bazı hatırlatmalarda bulunmak faydalı olacak sanırım.Çünkü nice insan vardır ki, âleme nizam vermeye kalkışır, ancak kendisi “himmete muhtaç” durumundadır. Kendisi ahlaki zaaflar içinde olan, başkalarına nasıl ahlaklı yaşamayı teklif edebilir? Ahde vefasızlık, verilen sözleri çiğneme, bugün dediğini yarın unutma, kardeşini kıskanma, ona çelme atma, başarısını köstekleme, arkasından kuyular kazma, fitne ve fesadı körükleme, aşağılama, küçük düşürme daha yüzlerce çirkinlik, haksızlık, zulüm ve ihanet olan bir ortamda nasıl ahlaki siyaset yapılabilir?
Çok uzun bir zamandan beri “devleti kurtarma”nın yolunu devleti ele geçirmekte bulmuşuz. Hayırlı hizmetler niyetiyle elde edilen iktidarlar, Müslümanı başkalarını ezen, hak ve hukuk tanımayan muktedirler kıldı. Servet ve iktidar hırsı ruhlarda dolaşan ateş gibi!
“Balık deryada ama yine de suya kanmaz” derler. İstedikçe isteriz, daha çok isteriz. Susayanın tuzlu su içerek suya kanması mümkün mü? İslamiyet meşru zenginliğe, servete ve mülkiyete karşı değil dedikçe, meşru olmayan sermayenin gücünü elde edebilmek için var gücümüzle çalışırız!Yerel ve merkezi iktidarın nimetlerinden faydalanmak adına erdemlerimizden vazgeçer ya da öteleriz!
Ahlaklı olmaya, doğruluğa sarılmaya, sözümüzün eri olmaya; ilimden, bilgiden, kültürden, siyaseten önce kendimizi, hayatımızı gözden geçirmeye; inandığımız dinin kişiliğimizde, ailemizde, işimizde, yakın çevremizde etkili olmasına ihtiyacımız var. Çünkü Allah; “kendimizde olanı, nefsimizdeki bozuklukları düzeltip ıslah etmedikçe bizi değiştirmeyecek!”
Şu yaşadığımız Ramazan ikliminde halis bir arınma ve sahih bir tövbe ile değişebilmek umuduyla, Allah’a emanet olunuz.