Kendilerini ‘aydın’; halkı ise ‘sürü’ zannedenler, kendi nefslerini ‘put’ edinenlerdir

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

Yönetici kişi ve kadroların, yönetilen kitlelerce belirlenmesi, ‘İyi midir, kötü müdür?‘ tartışması hep yapılagelmiştir. İngilizlerin ünlü mizah yazarlarından ve kraliyet sistemine derin bir hürmet ve itaat duygusuyla bağlı olan Bernard Shaw, 70 yıl öncelerde halkın rey ve iradesi lafının bir kandırmaca olduğunu söyler ve ‘Seçmene bir tutam yeşil ot gösterirsen, onu istediğin yere çekersin..’ derdi;  seçmenler için, çok ağır bir benzetme de yaparak, ama, onu tekrarlamıyorum. Ünlü İngiliz siyasetçi Winston Churchill de, ‘Demokrasi, çok kötü bir rejimdir; eğer diğerlerini düşünmezsek..’ diyordu.

*

Bir toplumda, rüşd yaşına gelmiş ve seçmen olmak durumuna gelmiş bütün insanların, yöneticilerini seçmek haklarının olması anlayışı, 1789-Fransız İhtilali’nden sonralarda, yani yaklaşık olarak son 200 yılın sosyal çalkantılarının semeresidir. Yine de, Fransa İhtilâli’nin ünlü isimlerinden birisinin, ölüm yatağındayken, kendisini ziyarete gelen bir arkadaşına, ‘İhtilalin, devrimimizin diktatörlük günleri ne güzeldi..’ demesi, pek çok şeyi izah eder. 

Sokaktaki sıradan insanların, ‘vatandaş’ların oy kullanarak yöneticileri belirlemesi yöntemi ise, özellikle, Avrupa’yı kasıp kavuran ‘1830 ve 1848 sosyal çalkantıları’ sonrasının, son 150- 200 yılın eseridir.

(Antik Yunan’da, 2 bin yıl öncelerde de, yönetimin, çoğunluğun rey ve iradesine göre belirlendiği mânâsında demokrasi’den söz edilirdi, ama, rey ve iradelerini kullananlar sadece hür insanlardı ve köleler bu haktan mahrum idiler ve Atina’da hür olarak iradesini bildirmek hakkını haiz 16 bin kişi varken, kölelerin sayısı 250 bin civarındaydı.) 

*

Müslümanların tarihinde ise, 14 asır önce, Hz. Peygamber (S)’e, hiç bir zorlama olmaksızın, hür iradeleriyle iman ve bey’at eden ilk mü’minler, ilk 4 Halife’yi, ‘Müslümanların işlerini istişare- şûrâ yöntemiyle belirleyecekleri’ne dair Şûrâ Sûresi, 38. âyetteki , ‘Ve şâverhum fi’l-emr..’ âyetine göre belirlediler. Ama, yazık ki, sonrasında, saltanat sistemleri geldi, ‘servet ve kuvvet (zer ve zor)’ sahiblerinin iradesi kitlelerin hayatına musallat oldu. (Elbette, bu arada sultan diye anılsalar bile, toplumu, genel olarak, İslâm hükümlerine/ kanunlarına yöneten, Ömer bin Abdulazîz , Alpaslan, Nureddin Zengî, Salâhaddin Eyyûbî, Osman Gazi ve Orhan Gazi, Murad Hüdavendigâr, Fatih Sultan Muhammed gibi bazı mümtaz simâlar olmadı değil, ama, bu durum, saltanat sisteminin iyiliğinden değil, onların fıtratlarının yüksekliğinden kaynaklanıyordu.) 

*

Bizde, halkın rey ve iradesine ilk kez başvurulması, sınırlı şekilde, 1876’daki 1. Meşrutiyet’le başlar. O zaman dahi, âyet’teki (hum…) ile işaret olunanların kimler olduğuna bir türlü karar verilememişti. Ve buna rağmen, ilk (Meclis-i Meb’usân/ Meb’ûslar Meclisi)’nde de, İmparatorluk içindeki gayrimuslim halkların Hristiyan ve Yahudi meb’ûsları, ‘Müslüman meb’ûs’lardan daha fazlaydı.

O Meclis, neler yapabilirdi, bilinmiyor.. Çünkü, bizim ağır yenilgimizle ve Rus Orduları’nın batıda, Balkanları geçip İstanbul önlerine, (Ayastefanos’a /Yeşilköy’e); doğuda ise, Kafkasları geçip, taa Erzurum ve Bayburt’a kadar gelmeleriyle noktalanan ‘1877-78/ (Hicrî- 1293) Osmanlı - Rusya Savaşı’ sonrasındaki büyük sosyal travmanın atlatılabilmesi için, ‘2. Abdulhamîd’, ‘Meclis-i Meb’ûsân’ı ve ‘Kaanun-i Esâsî’yi (Anayasa’yı), yine o ‘Kaanun-i Esâsî’de belirlenmiş yetkilerine dayanarak kapattı. Ama, bu, epeyce uzun sürdü, 32 sene.. 1908’de, 2. Meşrûtiyet’in ilânına kadar..

*

Avrupa’nın, özellikle imrenilen ve örnek gösterilen Batı Avrupa ve İskandinav ülkelerine şöyle bir baktığımızda, İsveç, Norveç, Danimarka, Hollanda, Belçika, İngiltere, İspanya ülkelerinin hâlen de kraliyet sistemlerince yönetildiğini görürüz. (Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar ise, ‘Polonya, Almanya, İtalya, Avusturya-Macaristan, Osmanlı, Rusya hemen hemen bütün Avrupa, imparatorluklar veya krallıklar tarafından yönetiliyordu.)

Bizde ise, Osmanlı’nın, 1908’de ilân olunan 2. Meşrutiyet’ten sonraki 15 senesinde en etkin olan ‘İttihad ve Terakki Cemiyeti/ partisi’nin, Birinci Dünya Savaşı’ndaki ağır yenilgimizden sonra, kendisini feshedip, bütün mal varlığını ve insan kadrolarını ‘Teceddüd Cemiyeti’ne devretmesi ve onun da sonra ‘Anadolu ve Rûmeli Müdafaa’y-ı Hukuk Cemiyetleri’ne ve onun da 1923’den sonra Cumhuriyet Halk Fırkası’na dönüşmesin merhaleleri yaşandı.

Ve, İstanbul’un işgali üzerine çalışmalarını sürdüremeyen İstanbul’daki ‘Meclis-i Meb’ûsân’ üyelerinden bir kısmı ve Anadolu’dan gelen bazı mahallî temsilcilerin katılmasıyla 23 Nisan 1920’de Ankara’da toplanan Millet Meclisi üyeleri, ‘Hılâfet makamına, Halife’ye ve Padişah’a bağlılık yeminleri’ ederek çalışmalarına başlamıştı. O kadar ki, Ankara Meclisi’nde müzakere olunan ilk kanun lâyihası / tasarısı da İstanbul’daki Meclis-i Meb’usân’ın kapanması üzerine yarım kalan lâyiha idi.  Yani, 1922’ye kadar saltanat vardı; bütün memuriyetler, makamlar, rütbeler ve maaşlar da saltanat sisteminin çerçevesi içinde şekilleniyordu. 24 Temmuz 1923’de imzalanan uluslararası Lozan Andlaşması’ndan 3 ay kadar sonra, -İstanbul’dan ayrı bir güç odağı olarak kabul olunan- Ankara Meclisi’nde, 335 üyeden sadece 158 kadarının, yani karar nisabı için gerekli olan 168’den 10 noksanıyla, ekseriyetin olmadığı bir sırada 29 Ekim 1923 günü de, Cumhûriyet adı verilen -yeni bir Devlet değil-, yeni bir rejim / yönetim mekanizması kuruluyor; yeni yönetici kadrolar ortaya çıkıyordu.

Bu yeni rejim,  Osmanlı’nın bütün devlet imkân, mekanizma ve sorumluklarını devralan yeni bir rejim kurulmuştu. Ama, cumhûr’un haberinin olmadığı bu gelişme, sadece bir isimden ibaretti. Çünkü, Cumhuriyet Halk Fırkası /partisi kendisini bir oldu-bitti mantığıyla, milletin temsilcisi sayıyordu. Yani, milletin irade ve reyine göre hareket ettiği kabul olunan bir yönetim tarzı, bir tek parti yönetimi idi. O partinin temsilcileri, millet adına rey ve irade belirterek kanunlar çıkarıyor, yeni rejimin ‘Reis-i Cumhur’ sıfatı verilen başını, onlar belirliyordu. Arada bir Rauf (Orbay) Bey ve Kâzım Karabekir tarafından kurulan ‘Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası da hemen kapatılmıştı.

1930’da, M. Kemal’in, çocukluk arkadaşı Fethi (Okyar) Bey’e, ‘Bugünkü manzaramız bir diktatürlük manzarası.. Bu durumdan kurtulmalıyız. ‘ diyerek kurdurduğu, Serbest Cumhuriyet Fırkası ise gerçek sanılıp da halk kitleleri tarafından sahiplenilince,  kuruluşunun 99. gününde M. Kemal tarafından feshedilmişti ve 1950’ye kadar 27 yıl böyle geçti..

Denilir ki, yeni bir yönetimin, rejimin  kuruluşunun şartları zorlamıştı o gelişmeleri...

Ama, 2. Abdulhamîd, devleti dış saldırılardan kurtarmak için aldığı tedbirler yüzünden, 100 yıla yakın bir süre, -üstelik de- fransız tarihçi Albert Vandal’ın ‘Le Sultan Rouge / ‘Kızıl Sultan’ nitelemesiyle suçlanmamış mıydı?

*

Tarih, eğer geçmişten ders vee ibret almak için ise, maalesef, bu konuda henüz de son 100 yılımızı hür olarak tartışamıyoruz, öğretilen resmî tarih ve resmî ideoloji sınırlarına riayeti esas alan uygulama hâlen de devam ediyor. (Tayyib Bey’in 3. kez Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra, TRT Haber’de, Ş. N. Açıkalın isimli bir akademisyen yorumcu, bu konuda sadece ‘M. Kemal’in 4 kez seçildiğini’ iddia ediyordu. Halbuki, yoktu böyle bir seçim.. Sadece CHP’nin seçimsiz olarak belirlenen üyelerince, Meclis’in kendi içinde, kağıt üzerinde, seçim yapılmış gibi gösteriliyordu; milletin haberi bile yoktu.. ‘Halk’a rağmen, halk için..’ yapıldığı ileri sürülen bir devrim dönemiydi..)

Dünlerde, Meşrutiyet’ten sonraki bütün Meclisler’de, 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırılıncaya kadar  Hılâfet ve Saltanat’a bağlılık yeminleri ediliyordu; şimdi de, bir tek kişi’nin belirlediği sınırlara bağlı kalınacağına dair yeminler edilecek, bütün milletvekillerince..

1950’den sonra ise, her 10-15 senede bir tekrarlanan askerî darbelerle bugüne gelindi ve halkın iradesi, milletimizin hayatını ve ülkenin geleceğini son 20 senedir şekillendirmek yolunda yol alıyor..

‘Tadından yenilmeyen bir cumhuriyet..’ diyordu, Prof. Mete Tunçay..

Tayyib Bey’in bu yeni dönem başkanlığında, inşaallah bu yönde, kararlı adımlar atacağı ümidiyle..

*

Star