Kendi toplumuna yabancı dünyaya kör

Mazhar Bağlı, batı düşünce geleneğinin kurucu metinlerinden bazılarını inceliyor.

Prof. Dr. Mazhar Bağlı / Açık Görüş

Kendi toplumuna yabancı dünyaya kör

İslam medeniyetinin en temel dayanaklarından birisi de ilimdir. Kitabı, dünyayı ve kendini bilmenin yolu ilimden geçer. Bundan dolayı da denilebilir ki İslam bir ilim dinidir. Hatta bu kavram, İslami literatürde anıldığı kadar başka hiçbir kutsal metinde bahse konu edilmemiştir. Kur'an'da yaklaşık 750 yerde "ilim" ve onunla eş anlamlı diğer kelimeler zikredilmektedir. Çünkü İslam inancına göre din, aynı zamanda bir varlık bilimidir. Varlığın özüne inme çabamızda o bize yol gösteren bir fenerdir. Ki Hz. Peygamber de bize çağlar ötesinden seslenerek "ilim (hikmet) müminin yitik malıdır, onu bulduğu yerde alır" diye ikaz etmiştir.

İlimsiz bir pencere

İlimsiz bir insan, dünyaya hangi pencereden bakacak acaba? Daha doğrusu dünyaya bakacağı bir pencere açabilir mi?

Bu soruya kişisel olarak vereceğim ilk cevap elbette "akidevi-epistemolojik" olacaktır. Bir mümin olarak bu dünyaya, bana vazedilmiş buyrukların çerçevesinden bakmam gerektiğini itiraf ediyorum. Ama bu bakış kör bir bağnazlık değil, aksine nesnesine uygun bir bilginin temellendirilmesi esasına dayanır. Anadolu'da halk arasında akıl, iman ve dünya arasında geçen muhayyel bir diyalog anlatılır. Önemli bir konuda verilecek karar için yapılan oylamada diğer her iki aktör de oylarını akıldan yana kullanırlar. Akılsız dünya bir hapis ve akılsız bir iman ise cehennemdir denilir. Ama hangi akıl sorusu da bu misale eşlik eder hep.

İşte burada dünya bakışı ve bilgi kuramı devreye girer. Günümüz ifadesiyle paradigma işlemeye başlar. Kısaca dünyaya bakışımızı ve duruşumuzu belirleyen kurallar manzumesi olarak günümüz paradigmasının temel referanslarının altını kazdığımızda karşımıza ne çıkacaktır sorusu gündeme gelir.

Duvarlar ve inşa edenler

Esasında karşımıza çıkan duvarlardan ziyade onu inşa edenler daha çok önem arz etmektedir. Yani aydınlar. Özellikle de modernleştirilmiş veya kaba bir ifade ile söylemek gerekirse devşirilmiş entelektüeller. Bunların nasıl hastalıklı bir zihin yapısına sahip olduklarını yine bu hastalığa yakalanıp daha sonra tedavi olduğunu söyleyen Edward Sait ve Julian Benda son derece doyurucu bir şekilde izah ederler. Bir Yahudi olan Fransız düşünür Julien Benda, Aydın İhaneti adlı çalışmasında dini, etnik ve ideolojik nedenlerden dolayı adaletten sapanları ahlaksal ihanet ile suçlar. Ona göre esasında bunlar iktidarın sadık muhalifleridir. Her ne kadar iktidarın yanında durmuyor gibi olsalar da modern bilgi kuramının oluşmasında oynadıkları rol onları merkezin aktörü haline getirir.

Bugün için de denilebilir ki dünyaya egemen olan Foucaultcu anlamdaki iktidarın kurucu iki ana gövdesi vardır; aktörler ve metinler. Aktörler Ortaçağ rahipleri ve sol ideoloji düşünürleridir metinler ise İncil ve Manifesto'dur.

Hatırlatmak gerekir ki Avrupa'nın ötekiye karşı olan tutumunun altında Müslümanların Avrupa'dan sökülüp atılması ideali vardır. Ki bundan dolayı da Avrupa için öteki her zaman Müslümanlardır. Bu muhtemelen de hiç değişmeyecektir. Ortaçağ'da hızlı ve güçlü bir şekilde hem fetihler hem de toplumsal değişim dinamikleri ile yayılan İslam'ın bir an önce doğuya hapsedilmesi projesinin alt yapısını önce din adamları oluşturdu ve sonrasını ise solcular onu geliştirdi. Ne var ki onların Doğu ve İslam ile ilgili olan bilgileri ise kelimenin tam anlamıyla cahilceydi. Özellikle sol ideolojinin kurucu babası Marx'ın yazılarında/mektuplarında bu cahillik çok daha sırıtır. Keza bu durum Engels için de geçerlidir. Bilindiği gibi onaltıncı yüzyılda Martin Luther, Wittenberg Saray Kilisesinin kapsına astığı bildiride de bir hayli İslam karşıtı ifadelere ve asılsız ithamlara yer vermişti. Katolik çevrelerin husumetlerinin de buradan kaynaklandığı söylenebilir. Düşünce dünyasının diğer aktörleri veya bileşenleri bu hazır bilgiyi moda ifadesiyle söylemek gerekirse hemen satın aldılar. Bu hazır bilgi entelektüel dünyaya önemli bir konfor sağladı. Konu kısaca çatışma ve diyalektik ortak paydasına mahkum edildi. Bu arada Müslümanların da bu konulardaki hata ve günahlarına kısaca değinmek gerekir. Muhataplarının veya rakiplerinin cahilce ve kindarca olan tutumlarına karşı her daim "sözün en güzelini söyleme" vazifelerini hakkıyla yerine getirmediler, getiremediler. Bunun da bedelini çok ağır ödüyorlar. Nitekim büyük oranda toplumsal iç dinamiklerle ve hayatın olağan akışında hızla yayılan İslam inancı ne yazık ki son zamanlarda çok tökezledi. Bu durumun alt yapısı ise çok önceden hazırlanmıştı.

Küresel bir operasyon

Avrupa'nın icat ettiği "şark meselesi" kavramının asıl içeriği de buna matuftur. Özellikle dağı(tı)lan Osmanlı topraklarının taksimi meselesi de konuya eşlik edince konu küresel bir operasyona dönüştü. Bu projeye lojistik sağlamak için üretilen bu bakışın toplumsal ve siyasal bir analiz yapabilme kapasitesi bir kenara insani olma durumu bile bahse konu edilemez. Ama buna rağmen bizim coğrafyanın evlatlarının bunu kendine referans olarak seçmesi son derece onur kırıcı ve alçaltıcıdır. Kendi toplumuna yabancı dünyaya kör olan aydınlar meselesi denilebilir ki bizim en büyük yaralarımızdan birisidir. Ez cümle Batı dünyasında İslam ve Müslümanlar ile ilgili var olan cari bilgilerin ve kanaatlerin oluşmasına öncülük eden iki kesimden söz edebiliriz. Hıristiyan rahipler ve sol ideolojinin öncü isimleri. Konu uzun ama özetle söylemek gerekirse Hıristiyanlar, İslam'ın hızlı ve etkili yayılmasını dini argümanlarla durduramayınca başka türlü bir direnme yolu geliştirdiler. İslam'ı ve Müslümanları karalamak ve gayri nizami harp taktiklerini izlemek. Ki bunların öncü isimlerinden birisi de az önce bahsedildiği gibi ünlü papaz Martin Luther'dır. Luther, Osmanlı'nın ve İslam'ın Batı için ciddi bir tehdit oluşturduğunu her vesile ile dile getirip Müslümanları aşağıladığı ve onlara karşı özel bir kin oluşması için vaazlar verdiği biliniyor. Ve nihayetinde konu Haçlı Seferleri ile de top yekûn bir siyasi organizasyona dönüştü aynı zamanında. Sol ideoloji sahiplerine gelince, onların da yukarda andığımız bağnazlıktan farklı bir yaklaşımları olmadı. Ve onlar da aslında Ortaçağ'dan sonraki sosyolojiyi en çok etkileyen öncü aktörlerdir. Denilebilir ki Ortaçağ papazlarının görevini devrimci solcular devraldılar. Zira unutmamak gerekir ki ortaçağdan sonra Batı dünyasında gelişen modern düşünceyi şekillendirenler esasında sol ideolojinin filozoflarıdır. Bunların da konuya dair bilgileri hem cehalet hem de kindarlık üzerinden şekillenmiştir. Batı'dan Doğu'ya görece daha hızlı transfer olan sol ideoloji belki de en çok dine ve dindarlara karşı bir öfkeyi büyüttü. Oysa ideolojik arka planında karşı olması gereken asıl sınıf sermayedarlardı ama öyle olmadı.

Bugün Batı'nın yaşamını olmasa bile zihin dünyasını şekillendiren iki kutsal metinden söz edilebilir, İncil ve Komünist Manifesto. İncil ve onun gücü zaten biliniyor Manifesto için ise çok ilginç bir anekdot paylaşmak isterim:

Marshall Berman, Marksizmle Maceram adlı kitabında hayret edici bir hikâye anlatır. O da hikayeyi meşhur bir uluslararası ilişkiler kuramcısı Hans Morgenthau'dan dinlemiş. Birinci Dünya Savaşı'ndan önce Bavyer'ada Couberg adında bir işçi mahallesinde hekimlik yapan babası çoğu zaman hasta ziyaretine giderken onu da yanında götürürmüş. Hastaların çoğu veremden ölüp gidiyormuş; hiçbir çaresi olmayan bu hastalık karşısında hekimlerin elinden gelen tek şey hiç değilse hastaların onurlu bir şekilde ölmelerine yardım etmekmiş. Baba Margentau hastaların son arzularını sorduğunda, işçilerin çoğu öldüklerinde Manifesto ile birlikte gömülmek istediklerini söylüyormuş. Rahibin gizlice ölü odasına sızıp da ellerinin arasındaki Manifesto'yu alıp yerine İncil'i sokuşturmasına izin vermemesi için hekime yalvarıyorlarmış. Tabii hikayeden sonra ilk akla gelebilecek olan soru bu kadar etkin olan bu ideolojik ve siyasal metnin niçin somut bir projeye dönüşmediğidir. Sosyalist bir rejimin niçin kurulmadığıdır? Çünkü bu metin zahiren siyasal bir projedir ama içerik ve teori bakımından zihinsel bir çerçevedir. Bugün dünyayı şekillendiren "aydınlanma" düşüncesinin temel bileşeni bu ideolojidir. Kapitalistlerin bile iki cümlesinden birisi "ekonominin belirleyiciliği" üzerine değil midir?

İki metnin temelleri

İster bu iki metnin cari olduğu atmosferde doğup büyüsün ister başka iklimlerde... bugün en özgün sosyolojik gruplarda bile insanların dünyasını belirleyen bu iki metnin çizdiği temel çerçevedir. İlk kez Tunceli'de geleneksel bir Cemevine gittiğimde kiliselerdeki adetlerin benzerleri ile karşılaştığımda doğrusu biraz şaşırmış ama aynı coğrafyanın inanç sistemleri arasında benzerlikler ve geçişlerin görece daha kolay olduğunu sanmıştım ki daha sonra Çin'de bir Budist tapınağında benzer görüntüler gördüğümde konunun olağan sosyolojik bir etkilenme olmadığını fark ettim. Tek tanrılı sistemlerin benzer gelenekleri ve ritüelleri içermesi yorumlanabilir bir durum ama teolojisi tamamen farklı olan bir inanç sisteminin semavi dinlerden en az sosyolojik ahlaki kurallar içeren Hıristiyanlıktan etkilenmiş olması da hayatın olağan akışına uygun değildir.

İslam düşmanlığı veya modern ifadesi ile İslamofobi her ne kadar yeni bir durum gibi görünse de esasında geçmişi eskidir. Hatta denilebilir ki islamofobi İslam ve Hristiyanlığın ilk karşılaşmasından bu yana vardır. Özellikle Endülüs Emevi devletinin kurulması bu korkuyu en çok etkileyen temel faktörlerden birisidir. Batı kendisi ile güçlü bir şekilde rekabet edecek bu yeni aktörü şeytanlaştırma konusunda çok özel çalışmalar yaptı ve yapmaya devam edecektir. Onların girdiği bu yolun yanlış olduğunu hal ve hareketlerimizle gösterebiliriz, ideolojik tezlerle ve propaganda ile hiçbir yere varamayız. Onların zihin dünyası ile dünyaya bakan bir doğulu için denilebilir ki insan beynini alıp şuur sahibi olmayan başka bir canlının kafatasının içine koymaktır.

Yorum Analiz Haberleri

Gazzeli kadınlardan öğreneceğimiz çok şey var!
Değerlerin erozyonu ve toplumsal çözülme
"Benzersizlik" Anlatısı ve Aynılaşma
Kurtuluşun tek çaresi Allah'a dönmektir
Mazlumlar için elimizden geleni yapıyor muyuz?