Geçtiğimiz ay, Diyarbakır’da toplanan BDP’li 99 belediye başkanı ve İl Genel Meclis üyesi, Türkiye’nin 1993 yılında ulusal mevzuatına dahil ettiği Avrupa Birliği’nin Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na dayanarak, bundan böyle belediyelerin eğitim, güvenlik, dış ilişkiler konuları dışında merkezi otoriteden bağımsız olması için mücadele kararı aldı. Aynı tarihlerde PKK’nın lider kadrosundan Cemil Bayık, yakın bir zamanda ‘demokratik özerkliği’ ilan edeceklerini söyledi. Bunu geçtiğimiz günlerde Diyarbakır’da toplanan Demokratik Toplum Kongresi’nde alınan benzer kararlar izledi. Böylece son 30 yılda, federalizmle esnetilmiş üniter devletten demokratik konfederasyona, bağımsız ulusdevletten ekolojik topluma uzanan geniş bir yelpazede gezinen PKK çevrelerinin yeni projesiyle tanışmış olduk. Bu hafta, bu kesimlerin aslında ne istediğini değil de, uluslar arası sisteminin Kürtler ve benzeri gruplara neler sunabileceğine dair küçük bir ufuk turuna çıkalım diyorum. Yer sorunu yüzünden bugün ancak genel konulara gireceğim, uygulamanın nasıl olduğu konusunu ilerde ele almayı umuyorum.
Günümüzün ulus-devlet sistemi, Avrupa’yı asırlarca esir alan din ve mezhep savaşlarına son veren 1648 Vestfalya Andlaşması’yla başlayan çok uzun bir sürecin ürünü. 1688 İngiliz Devrimi’nde değinilen ve John Locke’ın Second Treatise of Government (1690) adlı eserinde dile getirilen ‘doğuştan haklar’ ve ‘siyasal temsil yetkisi’ gibi kavramların üzerinde yükselen ‘self determinasyon hakkı’ ya da Türkçeye geçtiği şekliyle ‘kendi kaderini tayin hakkı’ (bundan böyle kısaca KKT hakkı diyeceğim) 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nde şöyle ifadesini bulmuştu: “Bir ulus, kendini bir başka ulusa bağlayan siyasal bağları koparma, doğa yasalarının ve Tanrı’nın, o ulusa dünya devletleri arasında bahşettiği bağımsız ve eşit yeri alma gereği duyabilir. Biz şu gerçekleri aşik�r olarak kabul ediyoruz ki; bütün insanlar eşit olarak yaratılmışlardır ve Yaratıcı tarafından terk edilmez haklarla bezenmişlerdir. Bunların başında ise, yaşam, özgürlük ve mutluluğu takip etme hakkı gelmektedir. İşte bu hakları garantiye almak için insanlar arasından meşru güçlerini idare edilenlerin rızasından alan hükümetler oluşturulmuştur. İşte ne zaman herhangi bir yönetim bu amaçları tahribe yönelirse, insanların hakkı ya o yönetimi değiştirmek ya da bu ilkeleri benimseyecek yeni bir idareye yol açmak için onu ortadan kaldırmaktır.”
KKT hakkı, 1789 Fransız Devrimi’nden sonra ilk kez, Fransa tarafından yaşama geçirildi. Ancak Fransız Ordusu’nca ele geçirilen Avignon, Savoy, Nice şehirlerinin Fransa’ya katılmasının meşrulaştırılması için yapılan halk oylaması (plebisit) sonuçlarının görmezden gelinmesi işin ironisiydi.
1815 Viyana Kongresi
Büyük devletler, 1815 Viyana Kongresi’nden sonra, KKT hakkından çok ‘toprak bütünlüğüne saygı’ (uti possidetis juris) ilkesine önem verdiler. Bu konudaki iki istisna, 1830 Londra Konferansı’nda Belçika ve Yunanistan’ın bağımsızlığının tanınması oldu. Tüm Avrupa’yı sarsan 1848 Devrimleri sırasında Alman, İtalyan, Macar ve Polonyalılar arasında milliyetçilik akımları ve 1860’larda İtalyan Birliği, 1871’de Alman Birliği kuruldu. Uluslar arası düzenin oluşmasında önemli bir dönemeci oluşturan 1878 Berlin Kongresi’nde bir adım daha atıldı ve 1856’dan beri masada olan Romanya’nın bağımsızlığı resmen tanındı. Bu tarihten itibaren, KKT hakkı, kendini etnik ya da dilsel açıdan diğerlerinden farklı gören ‘milli’ toplulukların en önemli meşruiyet kaynağı olmaya başladı.
1919 Paris Barış Konferansı
1914’te Halkların Kendi Kaderini Tayin Hakkı başlıklı ünlü makalesini yayımlayan Sovyet Rusya’nın lideri Lenin bu konuda önemli bir açılım getirdi. Bolşevikler 1917 Ekim Devrimi’ni takip eden günlerde Finlandiya’nın bağımsızlık kararını hemen tanıdılar. Ancak bu konudaki en ünlü belgeyi ABD Başkanı Wilson üretti. Savaş sonrasında kurulacak dünya düzeninin ‘milliyet esasına göre’ olacağını düşünen Wilson’un başlangıçta Yahudi çevrelerinin taleplerinden esinlenerek şekillendirdiği 14 İlke’sinde doğrudan KKT hakkında söz edilmiyordu ama 6 İlke bu konuyla ilgiliydi. Ancak savaş sonrasında büyük devletler Avrupa’nın haritasını çizmek için masaya oturduklarında, tahmin edileceği gibi ‘idealist’ değil, ‘realist’ davrandılar. Nitekim 1918 Ekim’inde Britanya Dışişleri Bakanlığı’nca yapılan bir açıklamada şöyle deniyordu: “Amerikalı zencilerin, Güney İrlandalıların veya Katalanların, kendi devletlerinin temsilcileri olarak devletlerarası toplantılara katılma istekleri doğrultusunda atılacak en küçük bir adım bile tavsiye edilebilir değildir. Eğer bu hak Makedonlara veya Alman Bohemyalılarına verilecek olursa, en ufak millete bile vermemiz gerekmektedir.” Aynı şekilde 1919’da Wilson da “Bozguna uğramış imparatorlukların toprakları içinde yaşayan halk dışındaki halklara kendi kaderini tayin hakkı tanıma üzerinde anlaşmak, barış konferansının ayrıcalıkları içinde değil” diyerek, liberal duruşundan çark etti.
Eski hamam, eski tas
Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Avusturya, Çekoslavakya, Macaristan ve Polonya ulusdevletleri kurulurken, bunların dışında kalan halklara, ‘ulusal azınlık hakları’ adı altında bir çeşit teselli ikramiyesi verildi. Ancak yeni kurulan ulus-devletler kendi içlerindeki azınlıkların KKT hakkını tanımadılar, bu yüzden bazen barışçıl, bazen şiddete dayalı müdahaleler yapıldı, milyonlarca insan zorunlu göçe tabi tutuldu, ölüme terkedildi ya da öldürüldü. Kısacası yeni Avrupa düzeninde, cujus regio ejus religio (egemenin dini egemendir) ilkesinin yerine, cujus regio ejus natio (egemenin ulusu egemendir) ilkesinin geçmesinden başka bir yenilik yoktu.
Ancak ilerde görüleceği gibi, sadece Batılı liderler değil, Sovyet Rusya’nın komünist liderleri pragmatizmden anlıyorlardı. Daha 1913’te Marksizm ve Milli Mesele adlı kitapçığında KKT hakkının, bir ulusa, ana devletten tam ayrılma ya da özerklik hakkı verdiğini savunan Stalin kadim düşmanı Britanya’yı zayıflatacağı için İrlandalıların KKT hakkını savunurken, Rusya’nın etnik ve siyasal hinterlandı saydığı Sırpların, Hırvatların, Slovakların, Çeklerin KKT hakkına karşı çıkıyordu. (1918 Sovyet Anayasası’na konan KKT hakkının, 1990’a kadar hayata geçmediğini de biliyoruz.)
1945 Birleşmiş Milletler düzeni
Ama daha kötüsü yoldaydı. 1930’lara gelindiğinde KKT hakkını azınlıklar lehine değil, kendi lehlerine yorumlama şampiyonu olan Almanya, Avusturya, İtalya ve Macaristan’ın irredentist (yayılmacı milliyetçi) talepleri 30 milyon hayata ve büyük yıkımlara neden olan İkinci Dünya Savaşı ile sonuçlandı.
Daha savaş sürerken, Britanya Başbakanı Churchill ve ABD Başkanı Roosevelt’in 14 Ağustos 1941’de yayımladığı Atlantik Bildirisi’nin 2. ve 3. maddelerinde dolaylı şekilde de olsa KKT hakkından söz ediliyordu. Ama elbette, Britanya Devlet Başkanı Churchill, 9 Eylül 1941’de Avam Kamarası’ndaki konuşmasında KKT hakkının, başta İngiliz sömürgeleri olmak üzere, sömürge halklarını kapsamadığını, sadece Nazi işgalinde kalmış Avrupa devletleri için söz konusu olduğunu belirtmeyi ihmal etmeyecekti.
Savaş sonrasında yeni düzen kurulurken, esas olarak mevcut ulus-devletlerin yeniden ayağa kaldırılması konusuna odaklanıldı. Bu yüzden de KKT hakkı temkinli biçimde ele alındı. Öyle ki, 1945’te kurulan Birleşmiş Milletler (BM) Şartı’nın 1. ve 55. maddelerinde “vesayet rejimi altındaki halkların KKT ilkesine saygıya dayanan dostane ilişkileri geliştirmek” ifadeleri SSCB’nin ısrarıyla kullanılmıştı ama daha çok kullanılan ifade ‘öz yönetim’ (self-government) idi. Şart’ın özünü eskisi gibi ‘toprak bütünlüğüne saygı ve iç işlerine karışmama ilkesi’ oluşturuyordu.
Sömürgecilik sonrası
14 Aralık 1960’ta BM Genel Kurulu’nun 1514(XV) Sayılı Sömürge ülkelerine ve halklarına bağımsızlık verilmesine ilişkin kararında bu temkinli (ya da ikiyüzlü) tavır çok belirgindi. Çünkü kararda hem “Bütün halkların kendi kaderlerini tayin hakları vardır, bu hak sayesinde siyasi statülerini özgürce belirler ve özgürce kendi ekonomik, toplumsal ve kültürel gelişmelerini sağlar” deniyordu hem de “Bir ülkenin ulusal birliğini ve toprak bütünlüğünü kısmen ya da tamamen bozmaya yönelik her girişim, BM Antlaşması’nın amaç ve ilkeleriyle bağdaşmaz” deniyordu. Yine kararda, bir ‘devlet’ yetkililerinin bir ‘halk’ın tam bağımsızlık hakkıyla bağlantılı olarak KKT hakkını tayinini önlemek için güç kullanmaması gerektiği belirtilirken, o halkın bağımsızlığa hakkı olduğunu uluslar arası topluluğa ‘göstermesi’ (ispat etmesi) gerektiği belirtiliyordu. Kısacası KKT hakkının kullanılmaması için her türlü önlem alınmıştı.
Yine BM Genel Kurulu tarafından 16.12.1966’da kabul edilip üye devletlerin imzasına ve onayına sunulduktan sonra, 1976 yılında yürürlüğe giren (Türkiye’nin 2003’te, KKT hakkına ilişkin bir çekinceyle imzaladığı) İki İnsan Hakları Sözleşmesi’nde (‘İkiz Sözleşmeler’ diye anılıyor) KKT hakkının, sömürge olsun olmasın tüm halklar için geçerli olduğu ve ‘ayrımcı ve temsili olmayan bir hükümete karşı olası bir ayrılma hakkının varlığı ima edilirken yine hâkim paradigmaya uygun olarak, KKT hakkının nasıl uygulanacağına devletlerin karar vereceği belirtiliyordu. Kısacası kuzunun kaderi kurda teslim ediliyordu.
Doğu Bloku’nu zayıflatmak
Ancak, sömürgeciliğin tasfiyesinden sonra da sular durulmadı. Özellikle, daha önceki belgelerde sömürge ülkelerindeki halkların KKT hakkının bir kerelik bir hak olarak tanınması ve yeni kurulan devletteki diğer halkların bundan mahrum edilmesi halkların tepkisine yol açtı. Ancak, BM Genel Kurulu’nun 24 Ekim 1970 tarihli 2625 [XXV] Sayılı Devletlerarasında Dostça İlişkiler Bildirisi’nde KKT hakkının halklar açısından bir hak, devletler açısından bir yükümlülük olarak tanımlanması bu mücadelenin bir sonucu olmaktan ziyade, o tarihlerde sömürgeleri kalmadığı için görece rahat olan Batılı devletlerin Doğu Bloku’nu zayıflatma niyetinin bir sonucuydu. KKT hakkını, sadece sömürge halklarını değil, dünya yüzündeki tüm halkları kapsayan bir hak olarak tanımlayan 1975 tarihli Helsinki Nihai Senedi’nin bu zihniyetle ilişkisi olmakla birlikte, dönemin uluslar arası ahlakını da yansıttığını inkâr edemeyiz.
AB’nin belirsiz tavrı
Ancak, 1989’dan itibaren Çekoslovakya, Yugoslavya ve Sovyetler Birliği etnik temelli küçük devletlere ayrılmaya başladığında, benzer çözülmelerin kendilerinde de olmasından korkan Batılı ulus-devletler yeni tedbirler aldılar. Örneğin Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın (AGİT) ürettiği bütün belgelerde, ulusal azınlık konularında açık tanımlamalar yapmak yerine siyasi taahhütler olan genel ilkelere gönderme yapmakla yetinildi. AB deyince ilk akla gelen 1990 tarihli meşhur Kopenhag İnsani Boyut Belgesi bile ilke olarak KKT hakkını tanırken, devletlerin toprak bütünlüğüne değinen uluslararası antlaşmalara atıfta bulunmayı ihmal etmedi.
Aynı şekilde, 1989 Viyana Belgesi, 1990 Yeni Bir Avrupa için Paris Şartı ve 1991 Moskova Belgesi’nde konu, grup haklarından ziyade kişi hakları çerçevesinde ele alındı ve toprak bütünlüğüne halel getirmemek şartına bağlandı. Bu konudaki küresel ölçütü oluşturan 1992 tarihli BM Ulusal veya Etnik, Dini ve Dilsel Azınlıklara Mensup Bireylerin Hakları Bildirgesi’nde ise defalarca ‘uygun önlemler’, ‘özendirici koşullar’, ‘uygun/olanaklı/gerekli olduğu takdirde’, ‘ulusal yasama yetkisiyle bağdaşmayan bir mantıkla değil’ gibi belirsiz ifadelere yer verilerek konu ulus-devletlerin inisiyatifine bırakıldı.
Ama en açık ifade herhalde 25 Haziran 1993 tarihli “Dünya İnsan Hakları Viyana Bildirisi”ndeydi:“...Eşit haklar ve KKT ilkelerine uygun hareket eden ve o toprakta yaşayan tüm halkı herhangi bir fark gözetmeksizin temsil eden bir yönetime sahip bulunan egemen ve bağımsız devletlerin ülkesel bütünlüğünü ya da siyasal birliğini tam olarak veya kısmen ortadan kaldırabilecek veya tehlikeye sokabilecek herhangi bir eyleme izin veya teşvik sağlamak biçiminde yorumlanamaz.“
Hak mı, ilke mi, norm mu?
Kısacası, kendi kaderini tayin hakkına güvenerek yola çıkan bir grup karşısında, şu veya bu biçimde 1648 Vestfalya veya 1815 Viyana sistemini devam ettirmekten yana bir uluslar arası toplum bulacak. Başka sorunlar da var elbette. Bunları başlıklar halinde sayarsak;
KKT hakkından söz ederken doğal bir haktan mı, bir ilkeden mi, bir örf ve adetten mi, yoksa devletlerin uymasının şart olduğu uluslar arası katı bir normdan mı (ius cogens) söz edildiği açık değil. Daha doğrusu, hangi pencereden baktığınıza bağlı olarak hak da diyebilirsiniz, ilke de, norm da. Bu konudaki son sözü eninde sonunda güçlü olan ulus-devletler söylüyor.
Bir başka kavram kargaşası da hakkın öznesinin kim olduğu konusunda sürüyor. Tarih boyunca, KKT hakkından söz eden metinlerdeki ‘halklar’, ‘uluslar’, ‘milletler’, ‘azınlıklar’ gibi değişik kavramlarla neyin kastedildiği ve bu gruplardan hangilerinin KKT hakkını kullanabileceği konusunda da bir uzlaşma yok. Buna bağlı olarak, bu tanımlamaların kim tarafından yapılacağı (o ‘azınlığın/halkın/ulusun/milletin’ kendisi tarafından mı yoksa içinde yaşadığı devlet ve/veya uluslararası topluluk tarafından mı, yani ‘öteki’ tarafından mı yapılacağı) da belli değil. Tek bir devletin içinde yaşayan bir grupla birden fazla devlete dağılmış grupların KKT hakkını kullanması arasındaki zorluk farkına değinmeye bile gerek yok herhalde.
Ayrılma hakkı
KKT hakkının pratiğe nasıl geçirileceği örneğin mevcut devletin içinde özerk yönetimler kurma şeklinde mi, federasyon veya konfederasyon gibi yapılanmalara giderek mi, egemen ve bağımsız bir devlet kurarak mı, yoksa egemen ve bağımsız bir devletle birleşerek mi olacağı da belli değil. Bu bağlamda, sömürgecilik (1960’lar) sonrası dönemde KKT hakkının ayrılma hakkını içermediğini ileri sürenler var. Bu fikri salt bilimsel kaygılarla savunanların çıkış noktasını, KKT hakkının esas olarak etnik veya dinsel çatışmalara çözüm getirmek için tanınan ‘pozitif bir hak’ olduğu; ayrılma hakkının ise, çatışma yaratabilecek ‘negatif’ bir hak olduğu oluşturuyor. Buna katılmak mümkün, çünkü dünya yüzünden kavga etmeden ayrılmayı sadece Çeklerle Slovaklar başarmış görünüyor. Karşı tezi savunanlar ise, ayrılma hakkı olmadan KKT hakkından söz etmenin, seçimsiz demokrasi tarifi yapmak gibi saçma bir fikir olduğunu söylüyorlar. Onlara katılmamak da mümkün değil. Ancak genel olarak, ayrılma hakkı taraftarları bile, bu hakkın ancak insanların hayatlarının veya kültürel özerkliklerinin tehlikeye düştüğü veya halkın sürekli olarak yoksulluk içinde yaşadığı durumlarda haklı olacağını kabul etme eğilimindeler. İspanya’daki Baskların ve Katalanların ayrılma hakkının ‘haklı’ görülmemesi bu eğilimle ilgili.
Bir başka sorun, yukarıda sayılan durumlardan herhangi birine nasıl karar verileceğinde çıkıyor. Örneğin plebisit (halk oylaması) mi yapılmalı, plebisite kimler katılmalı, plebisit nasıl örgütlenmeli, plebisitte neler sorulmalı, plebisite katılanların egemen devletin baskı ve tehditlerinden korkmadan özgür iradelerini dile getirmeleri nasıl sağlanmalı, plebisit bir kere mi yapılmalı yoksa arada tekrarlanmalı mı, salt çoğunluk mu yoksa nitelikli çoğunluk mu gerekir, KKT hakkının hangi formda hayata geçirileceğine karar verildikten sonra diğer etnik grupların KKT hakkı olmalı gibi birçok soru cevap bekliyor.
Daha çok demokratikleşme
Görüldüğü gibi ortada sorun çok. İlk fırsatta, KKT hakkının kullanımının nasıl engellendiğini Doğu Timor, Dağlık Karabağ, Kıbrıs, Kosova, Filistin gibi örnekler üzerinden açıklamaya gayret edeceğim. Bu yazıyı bitirirken, ulus-devletlerin parçalanmasından korkanların en büyük garantisinin demokratikleşme olduğunu hatırlatmak istiyorum. Dünya pratiği gösteriyor ki, demokratikleşme, gerek ulus-devletlerin içindeki tansiyonu düşürdüğü için, gerekse uluslararası sistemin ayrılıkçı taleplere desteğini engellediği için ulus-devletlerin bütünlüğünün en büyük garantisi. Ancak şunu da söylemek gerekir: Demokratikleşmeye rağmen bölünen ülkeler oldu. Örneğin SSCB, Çekoslavakya ve Yugoslavya’nın bölünmesi Gorbaçov’un mimarı olduğu Glasnost ve Prestroyka politikalarının ardından geldi. Bugünlerde, demokrasi konusunda bir ‘altın standart’ oluşturduğunu iddia eden AB kriterlerine sonuna kadar uyduğu halde, İspanya Baskların ve Katalanların bağımsızlık taleplerini dindiremiyor. Bunun ayna yansıması olarak, İtalya’nın zengin kuzey bölgesi, fakir güneyi sırtından atmaya çalışıyor.
İmdat çığlığını duymamak
Dikkat edilirse, bu örneklerde ayrılık daha çok zengin halkların istediği bir şey. 1993’te Slovaklar veya günümüzde Kürtlerin bir bölümü gibi görece yoksul halkların ayrılmayı istemesi ne anlama geliyor derseniz, benim kanımca ayrılma talebi mağdur olan veya kendini mağdur hisseden bir grubun kabul görme veya sesini duyurma çabaları engellendiğinde attığı bir çeşit ‘imdat çığlığı’. Bu çığlığı duyanların korkması anlaşılır ama bütün çabalara rağmen ayrılık önlenemezse, bunun her şeyin sonu olmadığını anlamak açısından, ‘Kadife boşanma’ diye tabir edilen Çekoslavakya deneyimini inceleyin, ona vaktiniz yoksa Bahadır Kaleağası’nın 19 Haziran 2010 tarihli Radikal gazetesinde yayımlanan “Avrupa’nın Belçika laboratuarı” başlıklı mükemmel yazısını bulup okuyun lütfen.
ÖZET KAYNAKÇA: Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, Cilt II, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara, 1992; Andreas Osiander, The State System of Europe 1640-1990, Oxford University Press, 1994; Mustafa Şahin, Avrupa Birliği’nin Self-Determinasyon Politikası, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara, 2000; Kemal Kirişçi- Gareth M. Winrow, Kürt Sorunu, Kökeni ve Gelişimi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları,1997; Jennifer Jackson Preece, Ulusal Azınlıklar ve Avrupa Ulus-Devlet Sistemi, Donkişot Yayınları, 2002; M. Akif Kütükçü, “Uluslararası Hukukta Self-Determinasyon Hakkı ve Türk Cumhuriyetleri”, www.sosyalbil.selcuk.edu.tr/sos_mak/makaleler/M.../259-276.pdf
hurayse@hotmail.com
TARAF