Yeni Şafak’ta Özlem Albayrak’ın “Yine Suriyeliler, Yine Irkçılık” başlıklı yazısında ırkçı tahammülsüzlüğün ne tür kılıklara büründüğünü anlattığı yazısı sanki aynı gazeteden Hasan Öztürk’ün “Suriyeliler meselesini konuşamazsak, gettolaşmanın sonuçlarına katlanabilir miyiz?” başlıklı yazısına yansıyan ruh halini tasvir ediyor!
Özlem Albayrak’ın yazısı (04 Ocak 2018) şöyle:
Yine Suriyeliler, yine ırkçılık
Önceki günkü yazı 2018 yılını uğurlama babındaydı, güya bugünkü de 2019’u karşılama olacaktı. Olmadı, zira yine kopkoyu bir ırkçılık örneğiyle daha karşı karşıya kaldık. Hedef yine Suriyeliler, olay yeri ise bu kez Taksim’di. Meydanda toplanmış ve eskaza yılbaşını kutlama gafletine düşmüş Suriyeliler yeni yılın mevzusu oldu. Sosyal medyada yayınlanan videoda neler söylenmiyordu ki; bizim ülkemizde nasıl Suriye bayrağı açabildiklerinden tutun, sapıklıklarına, savaş kaçkını olduklarına dek bir yığın aşağılama, hakaret, taciz…
Biliyorum, insanların çoğu kalpsizdir, art niyetinin ucu bucağı yoktur, acımasızlığı cümle yaratılmışa nal toplatır. Dolayısıyla bir süredir mahalle teyzelerinden, koca koca yazarlara dek genişleyen skaladaki bu nefret söylemine -maalesef- alışkınız, ama yine de merak etmekten kendimi alamıyorum; canını kurtarabilmek için evini, yaşamını, tarihini, sevdiklerini geride bırakarak başka ülkeye sığınmak zorunda kalmış olanlara, bir anlık bir neşe bile neden çok görülür?
Bu insanlar, neden hep üzgün olmak, boynu bükük olmak, kötü şartlara razı olmak, itilip kakılmaya, horlanmaya alışmak zorunda olsun ki?
Kadın ve çocuklara da “görüntü kirliliği” nedeniyle karşılar aslında, ama o artık biraz ayıp kaçacağından o konuda ses etmiyorlar. Haklılık payı varmış gibi gözüken “Suriyeli erkekler neden savaştan kaçtı” argümanına sarılıyorlar. Türkler aynı durumda olsa, erkekler asla savaştan kaçmazmış. Ki bunu diyenler de, sırf Türkiye’yi beğenmediği hükümet yönetiyor diye her ağızlarını açtıklarında ülkeyi terk etmekten sözedenler...
Toz dumandan gözün gözü görmediği, terör örgütlerinden geçilmeyen, sivil öldürme konusunda terör örgütlerinden geri kalır yanı olmayan uluslararası güçlerin cirit attığı bir coğrafyada, kendi vatandaşına kurşun sıkmak istemeyen askerlerin infaz edildiği bir orduda neyin savunmasını yapacaklardı Suriyeliler acaba? Kaldı ki Esed’e karşı silahlanıp vatanını korumaya çalışana da “terörist” denmiyor mu, Arap karşıtı argümanlar kitabında.
Kemalizmin tezgahından geçmiş olan çoğumuzda var bu; İslamcısından sekülerine dek; teptipçiyiz. Rumları, Ermenileri, yabancı olan tüm unsurları yıllar boyunca tehdit kaynağı saydık. Şehirler kalabalıklaşıp çehresi etnik olarak değiştikçe rahatsız olduk; yabancılara ancak çok döviz bırakan birer turist oldukları müddetçe tahammül edebildik.
Suriyelilere gelince; yabancı düşmanlığı, Arap karşıtlığıyla bir araya gelince nefret katmerleniyor, öfke katlanıyor, kötülük provokasyon derecesine dek büyütülüyor tabi; yıllardır fısıltı gazetesiyle yayılan çoğu kez duymazdan gelmeye çalıştığımız “Suriyelilere hastaneler ücretsiz, devlet Suriyelilerin kirasını ödüyor, Suriyeli gençler üniversitelere sınavsız alınıyor” diye uzayıp giden tezviratların nedeni de bu.
Oysa, çoğaltmaktan korkarak bazı yalanlara kulak tıkamak o yalanları bitirmiyor, büyütüyor. Sokaktan, sadece TV haberleriyle beslenen birini çevirin sorun, yukarıdaki yalanların gerçek olduğuna sizi ikna etmeye çalışacaktır. Bunda ana muhalefet partisinin sorumsuz vekillerinin, ırkçı çıkış ve açıklamalarının de payı büyük elbette…
Geldiğimiz noktada şunu ifade etmek vazifemiz; bugün çok kimlikli, çok etnik kökenli, çok dilli, çok dinli; yani kültürel olarak çeşitli şehirler ve ülkeler, dünyanın her açıdan en ileri ülkeleri ve şehirleridir. Doğru, 20. yüzyılın ilk yarısında hele de Avrupa’da yabancı düşmanlığı çok modaydı: Güçlü ve sürekli bir milliyetçilik rüzgarı esiyor; insan hakları aşağılanıp, hor görülüyor; yabancılar ülkelerin bütünlüğüne tehdit olarak algılanıyor; militarizm yükseltiliyor; ulusal güvenlik, bir “korku” olarak pompalanıyor; özelliklerine göre insan kayırma ve yozlaşmada sınır tanınmıyordu.
Dünya, bunun sonucunu acı bir şekilde tecrübe etti.
Hitler, Mussolini ve diğerlerinin insanlık dışı yönetimleri, bu yönetimlere inanarak onları sorgulamadan destekleyen kitleler tarihin çöplüğüne birer ulusal utanç abidesi olarak atılmakla kalmadı, geriden gelenlere de ibret vesikası oldu…
İbret alıyor muyuz? Öyle görünüyor ki, hayır!
***
Bu da aynı gazeteden Hasan Öztürk’ün yazısı!
Suriyeliler meselesini konuşamazsak, gettolaşmanın sonuçlarına katlanabilir miyiz?
Sevgili Mehmet Acet “Göç zenginliktir, korkuya gerek yok” başlıklı dünkü yazısında Suriyelilerin Türkiye’ye değer kattığını anlatmış. Son cümle olarak da, “Bu durumda ‘Suriyeliler geldi huzurumuz kaçtı’ cümlesi de fazla propaganda kokan bir cümle haline dönüşüyor” diyor.
Yazının bir bölümünde de şöyle diyor, “(…) Unkapanı köprüsünden Fatih’e çıkarsanız, o bölgedeki değişimi bir Fatihli size daha iyi anlatabilir.” Bu cümleyi pas olarak kabul ediyorum ve bir Fatihli olarak Suriyeliler meselesini bir kez daha anlatmak istiyorum.
Fatih’te 300 ruhsatlı iş yeri var Suriyelilerin. Ve İstanbul genelinde 500 bin olan Suriyeli nüfusu Fatih’te 110 bin civarında. Fakiri az. Orta sınıfı çok.
Suriyelilerin işyerlerinin çok olduğu bir caddede oturuyorum. Değişimi gözlüyorum. Mesela, tek tük kalmış Türk esnafı, tabelasına “Türk Lokantası” yazma ihtiyacı duydu çoktan!
Yine apartmanlarda oturan Suriyeli ailelerden tanıdıklarım var. O ailelerin, apartmandaki yerleşik düzeni nasıl dönüştürdüklerini burada anlatmayacağım, canımız çok sıkılır zira…
Bir de alışkanlıklarının tamamını gelirken yanlarında getirdiklerini söylememe müsaade edin.
Yani, sığındıkları ülkenin kurallarına uymak yerine, kendi davranış biçimlerini dayatıyorlar, zurnanın zırt dediği yer burası.
Fatih’in yerlilerinin bir bir sitelere kaçtığı bir değişim ve dönüşümden söz ediyorum.
Güvenli bir sitede oturup, turistik seyahat için Fatih’e gelenler için “çok renkli” bir atmosfer olabilir burası. Ama yaşayanlar için her gün gettolaşan bir Fatih’ten söz ediyorum.
GELENE “NİYE GELDİN” DEMEDİK
İstanbul’un bazı semtlerinde sosyolojimiz değişti. Tabelalarımız değişti. Ağız tadımız, konuşma biçimimiz, yürüyüşümüz değişti! Apartman yaşamımız değişti. Ev halimiz değişti. Dilimiz değişti! Fatih bunların başında geliyor.
Suriyelilere kapılarımızı sonu kadar açtık. Birçok toplumsal riskleri göğüsleyerek yaptık bunu. Hiçbir etnik köken, mezhep, din gözetmeden yaptık.
Sadece yaşlılar, çocuklar, kadınlar gelmedi... Memleketlerini savunacağını düşündüğümüz nice gençler de geldi..!
Onlara da oturdukları yerlerde ya da sokaklarda gördüğümüzde “Niye kalıp memleketinizi savunmadınız” diye sormadık!
Bu gençlerin “Vatan nöbeti nedir”, “Vatan savunması nedir” diye bir derdi varsa eğer, gün bugündür. Zaman bu zamandır. Çünkü Suriye’de artık sona geliniyor.
Türkiye sadece ev sahipliği yaparak yardım etmiyor. Aynı zamanda Suriye topraklarını işgal eden, terör gruplarıyla da mücadele ederek Suriyelilere yardım ediyor.
Canımız yanıyor. Ocağımıza ateş düşüyor. O haldeyken bile millet yek vücut bu mücadeleye destek veriyor. Sokakta yürürken karşılaştığı genç Suriyeli erkeklere bir çift söz bile söylemiyor.
Peki onlara bir sorumluluk düşmüyor mu?
Hiç olmazsa sokakta yürürken, yüzünü düşürmemek, yere bakmamak için bir şey yapmalı değil mi?
Yok! Yılbaşı gecesi Taksim Meydanı’nı doldurup eğlenmeyi tercih ediyor. Diyebilirsiniz ki “Eğlenmek onların da hakkı değil mi?”
İyi de bizde bir adet vardır, ölü evinde televizyon bile açılmaz.
Böyle deyince, “Faşist, Arap düşmanı” gibi suçlamalara muhatap oluyorum. Olsun. Dost acı söyler. Bu işin geleceği sosyal patlamadır dostlar..!
Eleştirildiğimi biliyorum. Ama bilin ki biraz da milletin hissiyatına ayna tutmaya çalışıyorum.
Zira Suriyelilerle Fatih’te iç içe yaşayanım. Otobüste, minibüste onlarla seyahat edenim. Alışveriş yapıp, kapattıkları kaldırımda yürümeye, parkta dolaşmaya çalışanım.
SAVAŞI FIRSATA ÇEVİRENLERE DE Mİ LAF SÖYLEMEYELİM?
2011 yılında Suriye krizi alevlendiğinde, dönemin yöneticileri mülteci akınıyla ilgili olarak, “100 bin mülteci bizim kırmızı çizgimizdir” demişti.
Bu süreçte ilk önce “rejimden kaçan sığınmacılar” diye bir meselemiz vardı. Sonra, “Rejim ve DAEŞ’ten kaçan sığınmacılar” oldu. Ardından, buna PYD/YPG-PKK’dan kaçanlar da ilave edildi.
Bir de krizi fırsata çeviren, cebine nakdi koyup soluğu Türkiye’de büyük şehirlerde alanlar…
Bunların sayısı azımsanamayacak kadar çok. Onlara bir çift söz söylemeyelim mi?
GETTOLAŞMANIN SONU ÇATIŞMA DEĞİL MİDİR?
İstanbul’daki Suriyeliler meselesi gettolaşmaya gidiyor. Fatih’te bunu çıplak gözle görebiliyorum.
Kendi işyerlerini açtılar, kendi kafeleri, lokantaları var. Birbirlerinden alışveriş yapıyorlar. Bunların hepsi bir yere kadar kabul edilebilir.
Entegrasyondan çok, kendilerini ayrıştırmayı tercih ediyorlar. Bunun önümüzdeki yıllarda ne tür sorunlara neden olacağına bakmak gerekmiyor mu?
Bir de savaşın tarafı olmak nedeniyle göçenlerin dışındakiler var ki onların “fütursuzluğu” can sıkıyor.
Sosyolojimizi değiştiriyorlar. Sokak ortasında gruplar halinde bekleşmeleri, gece yarılarına kadar bağıra çağıra dışarıda yemek yemeleri, etrafı çöp yığınına çevirmeleri onların çok sıradan davranışları. Ama biz yadırgıyoruz doğrusu.
Genelleme yapmadan söylemek isterim ki imtiyazlılık hallerini bizim sıradan vatandaşlarımızın önüne geçmekte hak olarak görüyorlar…
Ve işte o zaman orada ipler kopuyor..!
Şunu biliyoruz: Suriyelilerin çoğu gitmeyecek ve burada kalacak. Bu gerçeği, Türkiye’nin ve Suriyeli kardeşlerimizin lehine nasıl çevirebiliriz bilen var mı?
Yoksa, gettolaşmaya başlayanlarla, yerliler arasındaki çatışmayı göze alabilecek biri var mı?
Acil eylem planı öneriyorum!
Göç bakanlığı bunlardan biri…
Bir diğeri, geri dönüşlerin teşviki…
Misafir misafirliğini unutur ise… Ya da mazlum mazlumluğunu… Ev sahibinin hiç olmazsa “gönül koyma hakkı” yok mudur sevgili Acet?
Bu millet bağrına taş basıyor, farkında mısınız?