Kemalizme uygun bir din arayışı

​​​​​​​Devlet adına hareket edenler cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren halkın dininin ne olacağına, dindarlık seviyesinin ne kadar olacağına karar verme yetkisini ve gücünü kendilerinde vehmediyordu.

Yasin Aktay’ın Yeni Şafak gazetesinde yayınlanan “İşimize yarayacak bir din” arayışında devlet ve toplum başlıklı yazısında Kemalizmin kendine uygun bir din oluşturma arayışını yorumluyor:

Kendisine kulak verilen bir din yerine işe koşulacak, kullanılacak, bize itaat edecek bir din arayışı, kulağa ne kadar garip gelse de aslında dinler tarihinin rutin bir gerçekliği. İnsanın Allah karşısındaki sahih duruşunu kaybettiği anda içine düştüğü evrensel durumlardan. İnsan dini doğrudan reddedemediğinde veya yeni bir dinde kendisine büyük fırsatlar gördüğünde, aslolan kendi iktidar arzusu olmak üzere dini hizmetine almanın bir yolunu bulur. Görünürde yoğun bir dindarlık vardır, hatta dini sembol ve uygulamaların da aşırı bir görünürlüğü sözkonusudur ama altını kazıdığınızda insanın en dünyevi saikleriyle karşılaşırsınız. Sekülerleşmeyi ara ki bulasın, oysa kurumsallaşmış dinin en dibinde mündemiçtir sekülerleşme, yani insanın din dahil herşeyi iktidar arzusuyla araçsallaştırması.

Türkiye’de de din tartışması her zaman böyle bir “kendimize göre bir din” baskısı altında gelişmiştir. Devlet adına hareket edenler cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren halkın dininin ne olacağına, dindarlık seviyesinin ne kadar olacağına karar verme yetkisini ve gücünü kendilerinde vehmediyordu. Oysa halk ne bu yetkiyi tanıyordu ne de devletin halkın dinini belirleme gücü tartışmasızdı. Devlet ne yaparsa yapsın ne isterse istesin, halk kendi dininin sınırlarını belirleme konusunda devletten özerk, kendi talep ve arzuları istikametinde bir dindarlık oluşturuyordu. Bunu da demokrasinin işleyişi ölçüsünde devletin kurumlarıyla bir etkileşim bir diyalog içinde yapıyordu üstelik.

Devlet adına kendilerini daha yetkili gören bazı kesimlerin kabul edemediği bir şey de toplumun devletle bir şekilde kurmayı başardığı bu memnu ilişkiydi. 1950 yılından itibaren işlemeye başlayan temsili demokratik sürecin bir sonucu da halkın temsilcilerinden talep ettiği din hizmetleri ve dini taleplerinin temsiliydi. Bunun neticesinde dini eğitim kurumları, İmam-Hatip Okulları, İlahiyat Fakülteleri halk ve devletin bir pazarlığının sonucu olarak ortaya çıktı. Dini yayıncılık ve sivil örgütlenmeler ciddi bir artış kaydetti ve bunun neticesinde devletten bağımsız geniş bir dini özgürlük alanı oluştu. Bu alan açıkça devletin ilk kurucu programında yazılandan, razı olunandan çok fazla ve gereksizdi. O ilk-kurucu programda devletin istediği şey açıkça dinin pozitivist öngörüler istikametinde tamamen yok olacağı bir “son”a ayarlıydı.

Devletin bu ilk zamanlarda Alevilere karşı Sünnileri tercih etmiş olduğunu söylemek mümkün değildir. Hedef Sünniliğin de Aleviliğin de dinsel içeriğinin tamamen boşaltılması ve “muasır medeniyet seviyesinin gerektirdiği” mutlak sekülerliğe ulaşmaktı. Diyanet İşleri Başkanlığı’na, ölümü beklenen, ölmesine yardım edilen, ölmek için fişi uygulanan politikalarla çekilmiş bulunan Sünniliğin cenaze namazını kılmaktan başka bir görev kalmamış bulunuyordu.

Ancak bu esnada topluma nasıl bir din lazım olduğuna dair geniş tartışmalar da oluyordu. Dini tamamen yok etmek yerine ondan faydalanmak da bir seçenekti. Neticede işi boş da olsa dini inanç insanı biraz daha dürüst, çalışkan, vergisini vermeyi kutsal gören, devlet için gerekirse ölmeyi göze alacak kadar her türlü hizmeti mukaddes gören bir vatandaş kılabiliyordu. En azından Ziya Gökalp eliyle resmî ideolojiye dahil edilen Durkheimci sosyoloji müktesebatı bunu anlatıyordu. İslam dininin görünümü muasır medeniyetin dinlerine benzemiyordu.

Belki bu haliyle İslam dünyasının geri kalmışlığını, kırsallığını, köylülüğünü andırıyordu. O zaman belki biraz şekil şemail değişikliği zevahiri kurtarabilirdi. Ne de olsa bilimde, teknolojide, sanatta, iktisatta ilerlemiş olan Batı’nın bu ilerlemesinde dininin de bir rolü vardı. O yüzden onların her şeyini taklit ettiğimiz gibi dinlerini de taklit edebilirdik. Dinin içeriği, hakikat iddiası nasılsa hep aynıydı: hurafe. Ha Hıristiyan olmuşuz ha Müslüman. İçerik kaçınılmaz olarak hurafe olduktan sonra, hangi din olduğunun ne önemi var. Ama bunu Müslüman halka kabul ettirmenin bir zorluğu vardı elbet. Savaştan yeni çıkılmış, savaştığımız düşmanın dinini kabul etmek ne mümkün olabilirdi? Bunun yerine İslam’ı Protestanlığa benzetmek aynı maksadı hasıl edebilirdi.

Böylece devlet işe yarayacak, kullanılabilecek, bizi kalkındırabilecek, işlevselliği yüksek bir din arayışında İslam’ı Protestanlaştırma seçeneğini denedi. 1928 yılındaki din reformu böyle bir denemenin sonucuydu ve tahmin edilenden daha büyük bir tepkiyle karşılaştı. O olay vesilesiyle “dinde reform” kavramının kendisine karşı dahi sonraki zamanlarda da hiç kaybolmayacak bir antipati oluşturdu bu deneme. Birçok maddesi hiç uygulanamadıysa da o projenin bazı maddeleri sonraki yıllarda hayata geçirildi ama. Ezanın Türkçeleştirilmesi, Kur’an’ın Latin harfleriyle yazılması, İmam-Hatip okulları ve ilahiyat fakültelerinin öğrencilerinin kalmadığı gerekçesiyle tamamen kapatılması ve dini kamusal tezahürlerine karşı aşağılayıcı söylemlerin yaygınlaştırılması gibi uygulamalar İslam’ın şu veya bu yorumunu tercih eden uygulamalar değildi. Doğrudan İslam’ın tamamının toplumsal hayattan sökülüp atılmasını hedefleyen siyasetlerdi.

Başka hiçbir toplumda görülmemiş bir İslamsızlaştırma politikasının bu toplumda bu şekilde uygulanmış olması bugünden bakıldığında inandırıcı bile gelemeyebiliyor, ancak vakıa buydu.

Yorum Analiz Haberleri

Mezhepçilerin/İrancıların Suriye yarası
Şehit Abdülkadir Salih’in düşü
Halep'ten Gazze'ye: Zulmün ortak hikayesi
‘Kadıköy'e bir câmi yapmanın ne mânası var?'
Suni gündemler Gazze'yi unutturmasın