Kemalizm ve komünizmin zulmettiği iki kadın

Muhsin Kızılkaya, Celile Hanım ve Anna Ahmatova'nın hikayelerinden hareketle Kemalist rejim ile SSCB rejiminin evlatları için mücadele eden kadınlara olan muamelesini inceliyor.

Muhsin Kızılkaya / Habertürk

Cesaret, iki kadın, iki şair

Meşhur Ezop masalıdır. Çocuk bahçede oyun oynuyor. Bahçenin her tarafını otlar bürümüş, çocuk bu, hangi otun hangi ot olduğunu bilmeden dokunur birisine; ısırgan otu anında yakar onu, acılar içinde ağlayarak annesine koşar, otun kendisini ısırdığını söyler. Annesi, “Sen ona dokunduğun için o seni ısırdı yavrum, bir dahaki sefere onu sıkıca yakala, bak bakalım ısırıyor mu?” der.

Her kıssanın bir hissesi varsa bu kıssadan payımıza düşen hisse de ne yaparsanız yapın, yaptığınız şeyi cesaretle yapın! Ama peşinen söylemeliyim; cesaret bodoslama dalmak değildir tehlikeye, hele korkusuzluk hiç değildir. Korkuya teslim olmamaktır cesaret, korku içinde o adımı atmaktır. Korku denizinde bir adadır cesaret, korkuya boyun eğip ona teslim olmak değil, korktuğunu, başkasına belli etmemektir. Yoksa korkmayan insan yoktur.

*

Evlatları söz konusu olunca evrenin en korkusuz yaratığı, en cesur mahluku kadınlardır. Cayır cayır yanan bir evin içinde evlâdı varsa eğer dalar alevlere bir anne en ufak bir tereddüt duymadan, uçurumdan düşerse çocuğu, atlar peşinden öleceğini düşünmeden, hapishanenin demir parmaklıklarını büker bazen bir anne evladı içerdeyse eğer.

*

Stalin’in ölünceye kadar diz çöktüremediği şair Ahmatova’nın; haksız yere on iki sene hapis yatan oğlunu kurtarmak için açlık grevine giren yetmiş yaşındaki ressam Celile Hanım’ın; Celile Hanım için birbirinden muhteşem şiirler yazıp iş evlenmeye gelince “bu kadar dile gelmiş bir kadınla olmaz” diyerek ondan kaçan Yahya Kemal’in; askeri mektepten mezun olduğu halde hapishaneden çıktıktan sonra onu askere er olarak almak isteyenlerin korkusundan memleketten kaçan Nazım Hikmet’in yaşadıklarına bakınca “cesaret” babında yolları aynı yere çıkar dördünün de.

Ama bu hikayede de cesur olanlar kadınlardır yine.

*

Celile Hanım, Yahya Kemal’den dört yaş büyük, Nazım Hikmet, Anna Ahmatova’dan on üç yaş küçüktür. Celile Hanım, Türkiye’nin ilk kadın ressamlarından; Yahya Kemal şiire son noktayı koyduğuna inanılan bir büyük şair; Nazım Hikmet ressam Celile’nin oğlu, yirminci asrın şiirdeki en gür sesi, aynı zamanda annesine aşık olan Yahya Kemal’in askeri mektepte talebesidir. Ahmatova’yı bunlara bağlayan tek bağ şairliği ve sistemle olan meselesidir.

Nazım Hikmet bir yaşındayken Yahya Kemal, Abdülhamit istibdadından Paris’te kaçtı. Nazım Hikmet, hapishaneden çıktıktan sonra Rusya’ya kaçtı. Ressam Celile Hanım ile şair Anna Ahmatova ise hep memleketlerinde yaşadılar, hiçbir baskı Ahmatova’yı ülkesinden kopartamadı.

Ressam Celile’nin siyasetle, memleketin kurtuluşuyla, yeni bir düzen kurmak gibi işlerle hiç işi olmadı. Babası Hasan Enver Paşa, Sultan Abdülhamit’in yaveriydi. Bu fırsatı kullanarak ressam Fausto Zonaro’dan özel resim dersleri aldırarak büyüttü kızını. Yahya Kemal, memlekete döndükten sonra Yakup Kadri vesilesiyle Celile Hanım’la tanıştı, Celile Hanım eşinden ayrılmıştı, Yahya Kemal’in birkaç şiirine giren büyük bir aşk yaşadılar, iş evliliğe gelince Yahya Kemal “istibdattan” kaçar gibi aşktan da kaçtı, ona göre “adı çıkmış bir kadınla” evlenmesi mümkün değildi. Günün birinde Mustafa Kemal ona, Yakup Kadri’ye, Hamdullah Suphi’ye ve Mehmet Akif’e Ankara’ya gelip kendisine destek olsunlar diye mektup yazdı. Diğerleri çağrıya uydu ama Yahya Kemal’e tekrar yol göründü. Falih Rıfkı’ya göre şair, Ankara yolculuğu için gönderilen parayı alarak Sofya’ya “kaçtı”. Siyatikleri azmıştı, kaplıcada tedavi görecekti ama Mustafa Kemal bunu “yutmadı”, o kaçışı bir yere “yazdı”. Derler ki, o zamana kadar yazıları Ankara’da “takip edilen”, gönlü Mustafa Kemal’den yana olan şair, savaşın kazanılacağına dair inancını hafif hafif kaybetmişti. Ama onun düşündüğü gibi olmadı. Yine Falih Rıfkı’nın yazdığına göre Kurtuluş Savaşını kazandıktan sonra Darülfünun’un Atatürk’ü kutlamak üzere Bursa’ya gönderdiği hocalar heyeti içinde Yahya Kemal de vardı. Bu kez “kaçacak” hiçbir yer yoktu. Falih Rıfkı, “Mustafa Kemal’in ayaklarına kapanıp yalvaran bir tek kişi gördüm hayatımda. O da Yahya Kemal’dir. Resmen ayaklarını öpüyordu,” diye yazdı. Mustafa Kemal yine de ondan vazgeçmedi, onu Lozan heyetine aldı. Behçet Kemal ve devrin diğer birçok şairi gibi kendisi için şiir yazmamasına hafif “içerlense” de bunu çok belli etmedi, ama bir gün bir Çankaya sofrasında bir yığın önemli şahsiyet varken sofrada onu da davet etti ve gece boyunca sofrada bulunan Behçet Kemal’i överek, ona şiirlerini okutarak Yahya Kemal’in oradaki varlığını yok saydı, bu davranışı bir devlet adamının bir şairden aldığı “nazikçe” bir büyük intikamdı.

*

Yahya Kemal, 1908 Jön Türk darbesinden beş sene sonra memlekete döndüğünde, Anna Ahmatova, Akmeizm şiir akımının ortalığı kasıp kavurduğu dönemde Rusya’da ilk şiir kitabı olan “Akşam”ı yayınladı. O da bu akımın bir şairiydi artık. El üstündeydi, şöhreti yere göğe sığmıyordu. İkinci kitabını çıkardığında cihan savaşı patlak verdi, kendisi gibi önemli bir şair olan kocası Gumilev cepheye gitti. Savaş bitmeden Bolşevikler memleketinde ihtilal yaptı. Her ihtilalde olduğu gibi, birçok Rus aydınına, şairine, yazarına, ressamına, müzisyenine de yurt dışına kaçma, yani sürgün yolu göründü. Birçoğu kaçtı ama Ahmatova, yere çakılmış bir kazık gibi bulunduğu yerde çakılı kaldı. Ne iç savaş ne de gelmekte olan kızıl kıyamet onu bulunduğu topraktan, vatanından koparttı. Kararını vermişti, hiçbir güç onu “vatanından cüda” hale getirmeyecekti. 1921’de tarihe Kronstadt ayaklanması olarak geçen isyandan sonra Rusya’da “devlet terörü” ayyuka çıktı. Cepheden sağ salim evine dönmüş olan Ahmatova’nın şair kocası Gumilev, bu terörün ilk kurbanı oldu, tutuklandı. Memleketin üç dört büyük şairinden birisi olan Gumilev’i kurtarmak için bir yığın aydın seferber oldu ama komünist yönetimin cevabı hazırdı; “bir şairin ne ayrıcalığı olabilirdi ki?”, şair kısa bir süre sonra kurşuna dizildi. Geride kalan Ahmatova da entelektüel şiddete maruz kaldı. Aralarında Mayakovski ile Troçki’nin de bulunduğu birçok entelektüel tarafından “yataklık şair”, “halk düşmanı”, “mezarlık kuşu” gibi sıfatlarla nitelendirilerek hakarete uğradı. İşsiz, kitapları yasaklı, açlık belasıyla karşı karşıyayken, memleketin en büyün şairine yeni rejim çöpçülük işini uygun gördü, eline bir süpürge verdiler, sokakları temizlemeye başladı, bu şartlarda bile memleketini terk etme, bir başka ülkeye kaçma fikrini aklından geçirmedi. Yine de “namuslu” bir eleştirmen çıktı, N. Ossisli imzasıyla Ahmatova’ya dair şunları yazdı:

“Ahmatova, Rusya’yı devrimci inançları için değil, milletine duyduğu bağlar dolayısıyla bırakıp gitmemiştir. Kuşkusuz biz devrimcilerden biri değildir Ahmatova; ama hakkını teslim edelim: Bir şair için en önemli niteliklere sahiptir o. Namusludur, tutarlıdır ve yurttaşlık bilincine sahiptir.”

Onu dize getirmek için “karşı devrimci” olduğu gerekçesiyle oğlu Lev tutuklandı. Annesinin günahları, oğluna yüklendi, biliyorlardı, bir anne oğlu için her şey yapardı, gerekirse gelip muktedirin ayaklarına da kapanırdı.

*

Stalin, bizdeki İstiklal Mahkemeleri’nden ilham alarak kurduğu “devrim mahkemelerinde” yüzbinlerce Rus aydınını sözüm ona yargılamaya başlayıp Birinci Cihan Harbi’nde ölen Rusların sayısından fazla insanı çeşitli yöntemlerle öldürttüğünde, Ressam Celile Hanım’ın oğlu Nazım Hikmet, askerler arasında komünizmi yaymak suçlamasıyla tutuklandı. Ahmatova, oğlunu görmek için yaz kış hapishanenin görüş kuyruğunda binlerce kadınla beraber beklemeye başladığında Nazım Hikmet 28 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırıldı. Nazım Hikmet Bursa Cezaevi’nde yatarken, Ahmatova “Requeim” şiirini yazıp sekiz yakın arkadaşına gizlice ezberletti. Nazım Hikmet, hapishanede, hayatının en güzel şiirlerini yazarken, Ahmatova iki kocası gibi oğlunun da canına kıymasın diye Stalin için birkaç “methiye” yazmak zorunda kaldı. Yazdıklarından pişmandı, içine damla damla kan akıtarak yazmıştı o berbat şiirleri ama neylesin terazinin öbür kefesinde oğlunun canı vardı. Günün birinde tarihe kalsın diye “Kapandım celladının ayaklarına/Sen hem oğlum hem felaketimsin” diye oğluna seslendi.

Aç açıkta, ilk kocası kurşuna dizilmiş, ikinci kocası gönderildiği çalışma kampında ölmüş, oğlu “ona diz çöktürmek için” uzun süre hapishanede tutulmuş, her an ensesine bir kurşun yeme tedirginliğiyle yaşayan Ahmatova’nın bir gün bile olsun aklından “kaçma” fikri geçmedi, “yaban ekmeği acıydı” ve “Ben onlardan değilim/Topraklarını düşmanlara bırakıp gidenlerden,” dedi.

*

Nazım Hikmet, hapishanede açlık grevine başladığında Ahmatova’nın ekmek karnesi elinden alınmış, arkadaşlarının verdiği yemeklerle ayakta kalmaya çalışmış, oğlu tekrar tutuklanmış, annesi hakkında itirafta bulunması için işkence görmüş, sonra da bir çalışma kampına gönderilmişti çocuk.

Gözlerindeki ışık kaybolmuş, artık yetmiş yaşında olan ressam Celile Hanım bu sırada çıktı Galata Köprüsü’nün üzerine. Elinde bir pankart vardı, pankartta şunlar yazılıydı:

“Haksız yere mahkum edilen oğlum Nazım Hikmet, açlık grevindedir. Ben de ölmek istiyorum. Gece gündüz oruçluyum. Bizi kurtarmak isteyenler bu deftere adreslerini yazarak imzalasınlar.”

Başlayan imza kampanyası kısa sürede büyüdü. Sadece solcular değil Ali Fuat Başgil’den Tarık Buğra’ya kadar sağ kesimin önemli entelektüelleri de kampanyaya katıldı. Celile Hanım, daha önce oğlunun affedilmesi için girişimlerde bulunsun diye eski sevgilisi, mebus Yahya Kemal’e mektup yazmış, mektubuna cevap alamamıştı. Şimdi memleketin hemen hemen bütün entelijansiyası şairin affı için seferber olurken, istendiği halde Yahya Kemal imzasını yine vermedi.

Kısa bir süre sonra DP’nin çıkardığı bir afla Nazım Hikmet serbest kaldı. Askere almak istediler, oysa askeri okul mezunuydu ve yaşı geçkindi şairin. Askere götürülerse eğer, öldürüleceğinden korkmaya başladı. Kız kardeşiyle evli Refik Erduran bir fırsat yarattı, bir şileple Romanya’ya kaçtı. O tarihlerde Cumhuriyet gazetesinde çıkan habere göre Romanya’da karaya ayak basar basmaz, “Hayat ve sulh bayrağını havada tutan el, Stalin’in elidir,” dedi, arkasından kendini tutamadı, “Gözlerimin ışığını Stalin’e borçluyum, her şeyimi ona borçluyum, o beni yarattı, o beni yaşatıyor,” dedi. Moskova’da çiçeklerle karşılandı. Kendisine uzatılan mikrofona, “Hayatın ve barışın şehri Moskova’da özgürlük havası solumaktan bahtiyarım,” dedi.

Ahmatova’nın nefes alamadığı şehirde Nazım Hikmet “özgürlük havası solumaya” başladı.

*

Nazım Hikmet Moskova’ya kaçtığında, Moskova’dan Batının herhangi bir ülkesine bir yolunu bulup kaçan şairler, yazarlar, dansçılar, sporcular “hürriyeti seçmiş” kahramanlar olarak karşılanıyordu. İlk defa bir şair, tam tersini yapıyor, hürriyetin Moskova’da olduğunu dünyaya ilan ediyordu. Nazım Hikmet, hapishanedeyken bu ülkede olan bitenden bihaberdi. O burayı güllük gülistanlık biliyor, bu ülkede herkes mutlu, çocuklar şen şakrak, tekmil ahali “motorları maviliklere sürüyor” sanıyordu. Bundan otuz sene evvel, 1920’li yıllarda Moskova’daydı, o sırada şairlerden, yazarlardan birçok dost edinmişti. Şimdi etrafa bakıyor, onlardan hiç birisini görmüyordu. Hepsi sırra kadem basmıştı. Akıbetlerini kimse bilmiyordu. Mayakovski’den Meyerhold’a, Vakhtangov’dan Tairov’a tanıdığı bütün o şairler, yazarlar “senelerdir ortalıktan” kaybolmuştu. Bazıları Mayakovski gibi intihar etmiş, geride kalanların da ya enselerine birer kurşun sıkılmış ya da çalışma kamplarında ölmüşlerdi. Türkiye’de polis baskısından kaçmıştı ama kısa bir süre zarfında; herkesin birbirinin ihbarcısı olduğu, herkesin herkesi denetlediği, hatta çocukların babaları, babaların çocuklarını ihbar ettiği bir yere gelmişti. Bunun böyle olduğunu kısa süre zarfında anladı şair. Aman sesini çıkarma demişlerdi, o da çoğunluğa uydu. Daha sonra kendisini ziyaret eden ve “Nazım Hikmet’in Son Yılları”diye bir kitap yazan eski dostu Zekeriya Sertel, onun “cennetim” dediği yerdeki hayatına dair şunları yazdı:

“Nazım güya polis baskısından kaçmıştı. Ama burada daha kötüsüyle karşılaşmıştı. Buradaki polis daha insafsız daha zalimdi. Hiç şakaya gelmezdi. Ufak bir falso insanı yok etmeye yeterdi. Bir gün gece yarısından sonra kapınızı çalarlar ve sizi alıp bir yere götürüler. Bir daha da adınız duyulmaz olurdu.”

*

Ahmatova, sekiz arkadaşına ezberlettiği “Requiem” şiirini, yirmi beş sene sonra onların hafızasından alıp Berlin’de kitap olarak bastığı sene, 3 Haziran 1963’te Nazım Hikmet Moskova’da kalp krizinden öldü. Öldüğünde, boğazına kadar vatan hasretiyle dopdoluydu. Mezarı hâlâ Moskova’dadır, oysa o “Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni” diye vasiyet etmişti.

*

Sevdiği kim varsa rejim tarafından elinden alınıp öldürülen, oğlu hapishanelerde çürüyen, çalışma kamplarında sürünen, eline geçen bir yığın fırsata rağmen, “Ben ülkemi düşmanlarıma bırakamam” diyerek memleketinden kaçmamaya ahdeden Anna Ahmatova da Nazım Hikmet’in ölümünde üç sene sonra 5 Mart 1966’da Moskova’da “huzur içinde”öldü. Cesedi, hayatını geçirdiği Petersburg’taki “Fıskiyeli Ev”in karşısına inşa edilmiş olan ve kapısının üzerinde “Tanrı herkesi korur” dizesi yazılı Şeremetev Yoksullar Evi’ne götürüldü. Burada yapılan cenaze törenine binlerce insan katıldı. Orlando Figes’in yazdığına göre cenazenin arkasından matem sessizliği içinde kalabalık adeta bir ayine durmuştu. Şehrin caddeleri hınca hınç dolup taşıyordu. Büyük bir şehrin yaralı insanları, konuşamadıkları zamanlarda, yazdığı şiirlerle onların yerine konuşan bir büyük şaire şükranlarını sunuyorlardı. Ahmatova şimdi kalabalıklara karışmıştı. “Oradaydı, halkımın ne yazık ki olduğu yerde” hâlâ. Şimdi onlar da ona katılmışlardı. Kortej Komarovo Mezarlığı’na doğru giderken “Fıskiyeli Ev”in önünde kısa bir süre durdu. Ahmatova uzun ömrünü geçirdiği eve veda etsin istediler.

O evde bulunan küçük odası, şu anda “Anna Ahmatova Müzesi”dir.

*

Cesaret diyorduk sahi… Cesaret, korkuya teslim olmamaktır, Ahmatova’nın yaptığı gibi.

Yorum Analiz Haberleri

Gazze katliamında ABD'nin rolü
Endonezya’da “Değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen” madde: Filistin davası
"Mustafa Kemal'in askerleri"ne ne zaman dur diyeceğiz?
Gazze katliamı ve Hasbara’nın iflası
Medyadaki ahlaksızlığa neden göz yumuluyor?