10 Kasım günü saat 09.05’te ülkede hayatın bütünüyle durduğu, bütün yüreklerin Anıtkabir’le bağlantı kurduğu ve Atatürk’e olan şükran ve sadakat duygularının milyonluk kitleler tarafından daha güçlü bir biçimde perçinlendiği yönündeki söylemler yeni değil. Ancak eskiye nazaran belirgin bir fark da var ortada. Devlet ve kanun zoruyla yapılan, resmi tören alanlarıyla sınırlı kalan bu tür törenler birkaç yıldır daha geniş kitlelerin katılımıyla en geniş meydanlardan en dar sokaklara, sosyal medyadan eğlence mekânlarına değin hemen her yeri tören alanına çevirmeye başladı. Nedir bu tablonun sırrı? Türkiye toplumu uzun yıllar sonra Ulu Önder Atatürk’ün yeni kerametlerini mi keşfetmişti? Laikliğinin en büyük nimet olduğuna, Kemalizmin de şeref ve haysiyetin teminatı, özgürlük ve refahın en büyük güvencesi olduğuna mı karar vermişti yoksa?
Yükselen hiçbir fırsatı kaçırmayan Ahmet Hakan hiç tereddüt etmeden mevcut tablo için en net hükmü şöyle ortaya koymuştu mesela: “Atatürk, artık tartışmasız biçimde bu ülkenin taşıyıcı ve birleştirici kolonu haline gelmiştir.” Murat Yetkin de benzer bir temennisi şu tür coşkulu hükümlerle ilan ediyordu örneğin: “Atatürk’ün yeniden doğuşu ve laikliğin yeniden keşfi”. Evet, resmi ve zorlama etkilerin dışında sivil ve tabandan gelen bir kitlesel sahipleniş kendisini gösteriyordu. Metrolarda, şehir içi trafikte, parklarda dahi saygı duruşu yapan geniş kitleler adalet, refah ve özgürlük gibi temel haklara dair beklentilerini Atatürk’e sarılarak mı veriyorlardı acaba? Üzerinde iyice düşünülmesi gereken bir tabloyla karşı karşıyayız. Ne korkuyu besleyecek ne de boş vermeye gelecek enteresan bir sosyal dönüşüm süreci işliyor el’an.
Hakiki Atatürk’ü Sansürle, Mizansen Atatürk’ü Pazarla
Hükümete, bürokrasiye, yargıya, sermaye grupları ve medyaya karşı yükselen öfkeyi bazı kesimler Atatürk’ün yolunu, yöntemini özlemle dile getirerek mi pratiğe döküyorlardı yoksa? Atatürk ve Atatürkçülük bizzat Ulu Önder hayattayken bu kadar ilgi ve alaka görmedi. Ne Milli Şef İnönü döneminde ne de 27 Mayıs gibi 28 Şubat gibi en ağır ve kapsamlı Kemalist darbe süreçlerinde dahi devlet sınıfları kitleleri Atatürk sevgisiyle, Kemalizm’e sadakatle harekete geçirememişlerdi oysa. Bilakis Atatürk ve Atatürkçülük bu ülke ve toplum nezdinde son derece acı tecrübelerle zihinlere kazındı, sadece kültürel ve dini boyutuyla değil siyaset ve toplumu bir bütün olarak öylesine travmalara maruz bıraktı ki ne “devlet” doğru düzgün bir hukuk devleti olabildi ne de topluma karşı “devlet ana” rolünü benimseyebildi. Bu durumda devlet ve sermaye grupları tarafından organize edilen Atatürkçü dalganın neden ve nasıl sivil tabanda yükselen bir dalgaya dönüştüğü üzerinde durup tartışmak daha bir önem arz ediyor.
İlk olarak kitlelere takdim edilen Atatürk ve Kemalizm’in hakikatte yaşanan Atatürk ve Kemalizm olgusundan epeyce farklılaştırılıp reklam spotlarıyla sempatik kılındığını ifade edelim. İsmet İnönü dışında Milli Mücadele kadrolarının hemen hepsinin silinip “cepheden cepheye koşan ve bütün zaferleri üstün strateji dehasıyla kazanan Atatürk” sembolü çocuk severken, gençler ve kadınlarla söyleşirken, köylülerle dertleşirken, en son moda kıyafetleriyle balolarda dans ederken vd. seçilmiş anlarla inşa edildi. Herkesin korktuğu, ihanet ve işbirlikçi karakteriyle arzı endam ettiği varlık-yokluk zamanlarında sadece ve sadece Mustafa Kemal mutlak manada “Atatürk” oluyor ve “kurtarıcı, kurucu, yaratıcı” gibi tanrısal sıfatla mücehhez kılınıyordu.
“Cumhuriyet ilan edilmişti ama bu cumhuriyet nasıl ve hangi niteliklerle işlemişti?” gibi soruların sorulması fanatik kadro ve kitleler tarafından derhal ihanet sayılıyor, delilik ve bozgunculukla yaftalamıyor süratle. Alabildiğine despotik bir keyfiliği temsil eden Tek Adam ve Tek Parti rejimini tiyatro sahnesine çıkarılan çocuklara “Cumhuriyet güneşi Türkün sönmez ateşi / Parlar bu yurdun üstünde yoktur onun bir eşi” gibi marşlar eşliğinde kitlelere taşınırken ortada ne tarihi hakikat bırakılıyor ne de siyaset ve hukukun nasıl paspas edildiğine dair yaşanan korkunç acılar. Velhasıl Cumhuriyet tarihi de Atatürk’ün biyografisi gibi yüzlerce elekten geçiriliyor, allanıyor pullanıyor, makyajlar, botokslar, estetikler yapılarak takdim ediliyor. Atatürk’ü ve Kemalizm’i bizzat Atatürkçü aktör ve kurumlar sansürlüyor, dönüştürüp başkalaştırıyor, dönemin ihtiyaçlarına göre tüm propaganda ve pazarlama tekniklerini kullanarak piyasaya sürüyorlar.
Atatürk’ün Sopası Mukaddes ve Mübarek mi?
Atatürk ve Kemalizm meselesinde esas üzerinde durulması gereken İslami kesimlerin, muhafazakâr-demokrat siyasetin tutarsız, temelsiz ve faydasız bir dizi söylem ve eylem tarzına yönelmiş olması meselesidir. Hem İslam’ın temel ilkelerini çiğneyerek hem de yaşanan dehşetli geçmişi silmeye girişerek “Muhafazakar Atatürk-Dindar Kemalizm” üretme gibi bir absürtlük yükselen trend olmuş durumda. Sadece değinip geçelim: Adnan Menderes ve Demokrat Parti’nin siyasal stratejilerinde yaptığı en kritik yanlışlardan biri de (Celal Bayar’ın etkisiyle) İsmet İnönü ve CHP’yi “Atatürk sopası”yla yıpratıp tasfiye edebileceği zehabına kapılmalarıydı. O mukaddes ve mübarek “Atatürk sopası”yla güya CHP yıpratılacak ve DP tahkim edilecekti. Benzer bir çarpık tablo maalesef bu dönem de tekerrür ediyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti de bir süredir yoğun olarak o mukaddes ve mübarek “Atatürk sopası”yla Kemal Kılıçdaroğlu ve CHP’yi haşat edip minderin dışına atabilmeyi hesaplıyor. Peki bu hesap doğru mu ve tutar mı? Yoksa bu yanlış hesapla uğraşırken yaşadığı zaafların, yanlışların ve gerek taban gerekse teşkilattaki soğumaların da etkisiyle bir başkalaşım sürecine mi girer AK Parti?
10 Kasım vesilesiyle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Atatürk Dil, Kültür ve Tarih Yüksek Kurumu’nda yaptığı konuşmadaki şu cümlelere bir bakalım: “Emin olun Gazi hayatta olsaydı bunları CHP’den sopayla kovalardı. Gerçi bunların mevcut yapısı içinde Atatürk o partinin kapısından içeri sokulur muydu? Bilmiyoruz.” Kılıçdaroğlu liderliğindeki CHP eğer Atatürkçülük çizgisinden kopuyorsa bu durum kötü bir şey midir ki; teessüfler ve hayretler beyan ediliyor? CHP lideri Kılıçdaroğlu, kurmay kadrosu ve teşkilatları Türkçe Ezan teklifi getirse, Üniversitelerde Tür Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisine uygun eğitim-öğretim yapılmasını teklif etse iyi mi olur? Başörtüsünün kamusal hayattan tecrit edilmesini teklif etse, Ayasofya’nın müze olması için seferberlik ilan etse, Arapça ve Osmanlıca yazının yasaklanması için Meclis’e kanun teklifi verse, Şapka Kanunu’nun sıkı takipçisi olsa, Kel Ali ve Kılıç Ali tipi cellatların idaresinde İstiklal Mahkemeleri tarzı yargılama usullerini hayata geçirmek üzere komisyonlar kursa, Şark Islahat Planı veya Takrir-i Sükun Kanunu’nu hortlatmanın yollarını arasa, Mehmet Akif ve Halide Edip gibi veya Kazım Karabekir veya Rauf Orbay gibi Tek Parti döneminde tasfiye edilmiş öncü isimler aleyhinde linç kampanyaları açsa daha mı iyi, daha mı güzel ve faydalı olurdu?
Bir faraziye ama “Atatürk sopayla kovalardı” cümlesi bir olumsuzluğa, kötülüğe nispet edilemez. Zamanında elinden hiç bırakmadığı o mukaddes ve mübarek sopasıyla Ulu Önder şimdi de Kılıçdaroğlu ve ekibini kovalayacakmış diye kimse dert etmesin. Bakın henüz birkaç hafta önce Cumhuriyet Gazetesi’nden İpek Özbey’e verdiği bir röportajda Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu şöyle söylüyordu: “Mesela “CHP özüne dönmelidir” sözünü çok duyuyorum. Özü dedikleri noktada, bizim araştırmalarımız doğruysa, yüzde 8 seçmen var. Yüzde 2.6 kadar da örneklem hata payı koyalım, en fazla yüzde 10. Ama CHP yüzde 25 oy alıyor. Bu büyük başarı. Hatırlayın, Baykal ile 1999 seçimlerinde özüne döndü, yüzde 8 oy aldı.” Evet, CHP’nin bile usul usul terk ettiği, Türkçe Ezan diyenleri derhal kapının önüne koyduğu, başörtüsü yasağını hemen hiç kimsenin ağzına bile almadığı bir vasatta “Atatürk çizgisine-Kemalist öze dönüş”ün nasıl bir felaket olduğu gayet açık. CHP ve MHP’yi ihya etmeyen, iktidara taşımayan Atatürk sevgisi, Kemalizm sadakati muhafazakar-demokrat siyaset tarzı ve kadrolardan uzaklaşan AK Parti’yi mi tahkim edip muktedir kılacak? Yanlışta inat etmenin kimseye faydası olmaz: Türkçülüğü MHP’ye, Atatürkçülüğü CHP’ye bırakmamak üzere tutulan yol açılım değil dağılım emaresi olur ancak. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti, bizzat sahiplerinin bile terk ettiği yoldan, yordamdan bir keramet beklemeden kendi kimliği, kadroları, tecrübeleri ve kitleleriyle sıkı bir muhasebeyle kucaklaşmalıdır. Kucaklaşma kibre, şımarıklığa, yolsuzluğa ve tasfiyeciliğe evrildiği için Kemalist söylem ve sembollerin müşterisi artıyor, başka sebeple değil.
Yeni Akit