Kemalistler Neden Esed, Hafter ve Sisi’ye Angajeler? 

KENAN ALPAY

Dış politika veya bölge politikalarında eksikler, yanlışlar, yanlışta ısrarlar oluyor mu? Oluyor, üstelik saç baş yolduracak cinsten yanlışlar da oluyor elbette. Ancak Türkiye’nin uluslararası ilişkilerde aldığı pozisyonların muhasebesini yapmaya başladığımızda Cumhuriyet tarihinde hiç olmadığı kadar hukuka, adalete vurgu yapıldığını, despotik iktidarlara karşı halkın iradesinin tercih edilip desteklendiğini görmemek için resmen veya kalben kör olmak gerekir. Ne var ki, Mustafa Kemal ve İsmet İnönü’den başka askeri ve siyasi lider tanımayan fanatik bir güruha laf anlatabilmek imkânsız gibi bir durum.

İşin en fena ve yıpratıcı tarafı İslam coğrafyasındaki en küçük kımıltılardan önü alınamayan toplumsal hareketlere değin statükoyu sarsan her türlü girişimi Kemalistler gibi onlara özenen ve Gazi Paşa Atatürkçülüğü modeline evrilen muhafazakâr kimi kesimler de hep Amerikan tuzağı, Yahudi komplosu şeklinde tasvir eder oldu. Zafere ulaşamamış veya zafere ulaştıktan bir süre sonra askeri darbeyle iktidardan uzaklaştırılmış Suriye, Mısır, Libya veya Yemen’e bakarak “üst akıl” senaryoları yazmayı büyük marifet belleyen stratejisyenler tarafından kuşatılmış durumdayız maalesef.

Sadece fert ve küçük toplumların değil külliyen halkların dahi irade ve mücadele azminden tümüyle nasipsiz olduğu var sayılıyor. Kukla birey ve halklar karşısına kadir-i mutlak ve sınırsız kudret timsali devletler yerleştiriliyor.

Esed, Sisi ve Hafter de Atatürk’ün Yolunda

Suriye’den Mısır ve Libya’ya doğru tutacağımız bir projeksiyon Türkiye’nin küresel emperyalizm ve despotik devletler kadar eş zamanlı olarak içeride ciddi bir barikatı, Kemalist ideolojiyi aşmaktan başka çaresi olmadığını göstermektedir. Bir yönüyle mantıksal tutarsızlık diğer yönüyle ahlaki ve hukuki açmazdan başka bir şey ifade etmeyen Atatürk ve Atatürkçülük ayrıştırmasını hızla bir kenara bırakmak icap ediyor. Kemalizm çok harikaydı süper iyiydi de bazı fanatik ve üşütük Kemalistler ülkenin başına bela oldular gibi pragmatik hesaplar çıkmaz sokağa davetiye çıkarmaktır. Atatürk demek mutlak manada Tek Adam ve Tek Parti despotizmidir, İslami kimliği ve sembolleri kamusal alandan kazıyıp anıt heykeller etrafında askeri ritüellere yaslanan Türk ulus kimliği inşasına yönelmektir.

Tuhaf bir biçimde askeri darbeyi engellemek ve Doğu Akdeniz’deki çok boyutlu kuşatmayı aşmak için dahi Libya’daki Trablus Hükümeti’yle yapılan anlaşmalara resmi ideolojiden referanslar verme ihtiyacı hâsıl oluyor. Güya Libya Tezkeresi’ne meşruiyet kazandırmak ve zaruretini vurgulamak maksadıyla “Mustafa Kemal Atatürk de Libya’ya gidip savaşmıştı” filan gibi cümleler kuruluyor. İyi de Osmanlı ve Türkiye’nin Libya’yla münasebetleri ne Mustafa Kemal’le başladı ne de onunla bitti. Mustafa Kemal merkezli resmi tarih ve sembollere atıflar yaparak elde edilecek kazancın boş hayalden olduğunu vurgulayıp geçelim.

Bugün Türkiye’nin Libya’yla zapt ettiği mutabakata bir yönüyle Fransa ve Yunanistan hükümetleri gibi diğer yönüyle Sisi ve Hafter cuntaları gibi muhalefet eden Cumhuriyet Halk Partisi kurmay kadrosu ne öneriyor? Libya çölleri, Libya bedevileri, Fizan dehlizleri gibi irrite edici klişeleri mütemadiyen tekrar ederek CHP kurmay kadrosunun “yurtta sulh, cihanda sulh” peşine düştüğünden hiç kimse şüphe etmesin. Çünkü ülkede ve dünyada ‘sulh’tan, ‘barış’tan anladıkları, tecrübeyle sabit olduğu üzere askeri darbe rejimlerinden başkası değil. “Neden İhvancı Trablus Hükümeti destekleniyor?” sorusu her şeyden evvel “Neden darbeci Hafter cuntasıyla masaya oturulmuyor?” sorusunu perdeliyor. Çünkü hala bir suçlama vesilesi olarak kullanılan “Mursi ve İhvan için Mısır’la ilişkilerimizi neden kestik?” sorusu elbette ki “Neden Amerika ve İsrail gibi Sisi cuntasıyla işbirliği yapılmıyor?” sorusunun açılımıdır. Ezcümle CHP içinde veya dışında olsa da nihayet Kemalist-Atatürkçü siyasi çizgi hiç değişmez: Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi her zaman İslam coğrafyasında askeri darbe rejimlerinden yana tavır alır.

Dersim’den Halep ve İdlib’e

Türkiye bir taraftan Suriye’de diğer taraftan Libya’da Rusya’yla hem çatışıyor hem de sorunları çözmek için bir yol arıyor. Rusya’yla nasıl bir çözüm aranabilir ve uygulanabilirse tabii. Amerika ve Avrupa’nın dayatmalarını boşa çıkarmak, alternatif bir çözüm üretmek amacıyla Rusya’yla enerjiden savunma sanayiine değin farklı sahalarda işbirliğine yönelen Türkiye’nin bu süreçten rahat ve menün olduğunu söyleyemeyiz.

Halep’ten sonra işte İdlib, en kanlı ve yıkıcı saldırılarla ölüm fışkıran bir beldeye dönüştü. Katilleri biliyor ve tanıyoruz. Esed çoktan bir kuklaya dönüştü. Asıl ve büyük katil Rusya ve İran elbette ki. Vladimir Putin’e veya Kasım Süleymaniye yönelik yazılan övgü dolu yazıların Suriye’deki ceset tarlalarını, mezarlığa dönen harabe şehirleri unutturabilmesi ne mümkün. Peki, İdlib’e Moğol Orduları gibi barbarca saldırılar sürerken hiç değilse kısa bir süreliğine ölen çocuklar ve kadınlar için üç beş kınama cümlesi kurmak neden, nasıl mümkün olamıyor?! Hayret edilecek bir husus değil mi?

Biraz olsun özeleştiri yapmaya başladılar, muhafazakâr-dindar kitlelerin oylarına talip oldukları için yumuşama emareleri gösteriyorlar, parti içindeki radikal-fanatik unsurları ne zamana kadar gemleyebilecekler falan filan gibi cümlelerin kurulduğu bir vasatta ne oldu? CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu katliamların zirveye çıktığı bir dönemde aynen şu cümleleri kurdu: “3 milyon 600 bin Suriyeli yetmedi, şimdi 1 milyon İdlibli kardeşimiz gelecek. O bölgede görev yapan biri şunu söyledi. Daha önce Suriye’de savaştan kaçıp Türkiye’ye gelenler sade Suriyelilerdi. Ama İdlib’ten gelecek olanların tamamı eli kanlı olan insanlardır, terör örgütünün üyeleridir bunlar. Eğer bu 1 milyon kişi Türkiye’ye gelirse asıl felaketi Türkiye o zaman yaşayacak.” Nasıl acayip, ne kadar korkunç, ne büyük utanç verici bir cümle böyle! Sadece tehcir, işkence ve cinayete değil doğrudan doğruya sistematik bir katliama maruz kalan İdlib’teki mazlum insanlar için böyle ırkçı, saldırgan cümleler kurabilmek için insani değerlerden hiç nasiplenmemek gerekir.

Sayın Kılıçdaroğlu başta olmak üzere Esed rejimini savunan Rusya ve İran ordularının Suriye’de işlediği cinayetlere ses etmeyen CHP kurmay kadrosuna, sol-sosyalist yoldaşlara, ilerici-demokrat aydınlara hatırlatalım: Dersim Katliamı’nda yaşanan acı ve kayıplar Halep ve İdlib başta olmak üzere Suriye’de Esed rejimi, İran ve Rusya marifetiyle girişilen katliamların doğurduğu acı ve kayıpların yanında çok küçük kalır. Hayır, ne acıları kıyaslamayı ve ne de kayıpları yarıştırmayı öneriyoruz. İnsan olmayı, insan kalmayı asla unutmayın diyoruz. Dersim’de acıya yas tutup Halep ve İdlib’te Esed’le saf tutanlar, Kahire ve İskenderiye’de Sisi’yle dayanışanlar, Trablus ve Sirte’de Hafter’e selam duranlar bu kronik riyakârlıkla normal insan gibi değil olsa olsa Frankenstein gibi yaşayabilirler.

(Yazar Yeni Akit’te yayımlanan bu yazısını Haksöz-Haber için genişletmiştir)