Mübarek Ramazan ayının sonuna doğru geliyoruz. Türkiye toplumu bu yıl önceki yıllara nazaran İslam’ın itikat ve ibadet boyutuyla merkezinde devlet sınıflarının yer aldığı psikolojik savaşa nispeten daha az malzeme kılınabildiği bir sürece şahitlik etti. Bu sürecin bloke edilmesinde toplumsal itirazlara paralel seyreden siyasi iktidarın askeri vesayete karşı yürüttüğü mücadelenin önemli payı olduğu inkâr edilemez herhalde.
Çağdaşlaşma projesi çerçevesinde İslam’ı ve Müslüman toplumu bir gerilik, aşırılık, istismar, akıl dışılık hatta komiklik vesilesi kılmak üzere yürürlüğe sokulan operasyonların açtığı derin tahribatların etkisi halen sürüyor. Türk ulus kimliğini ve devletini tahkim etmek üzere tasarlanan bu psikolojik harekâtların açtığı yaraların tedavisi için ciddi bir tedavi sürecine ihtiyaç olduğu muhakkak.
İslamcılık mı, Müslümanlık mı Caizdir?
Kemalizm gibi selefi İttihatçılık da siyasal ve toplumsal alandan İslam’ı olabildiğince seyreltmeyi hedefliyordu. İdeolojik ve örgütsel temellerinde yatan pozitivizm ve komitacılık/çetecilik “halka rağmen halk için” zorbalığına sözde meşruiyet hatta zaruret kazandırıyordu.
Devlet sınıfları en iyi ihtimalle kamusal alandan tecrit edilerek vicdanlarda yer bulabilen İslam inancına bağlı makbul vatandaşlar üretmek üzere hesaplar yaptı yıllar boyunca. Toplumdaki İslami kimlik ve talepleri “öncelikli tehdit” olarak algılayan resmi ideoloji ve kadrolar bitimsiz bir seferberlik ve “topyekûn savaş” stratejisiyle bu kâbustan kurtulmak istediler.
Psikolojik harekatlara eşlik eden darbe ve muhtıralar, sermaye sınıfları tarafından finanse edilen ajitasyon ve provokasyonlar, emir ve talimatla teyakkuzda tutulan mahkemeler, resmi ideolojinin imkanlarıyla söylem üreten aydın ve sanatçılar aynı hedef için seferber oldular: Müslümanları laikleştirmek, Türkleştirmek ve devlet sınıflarının hizmetine koşmak. İslam ve Müslümanlar ancak mezkûr sıfat ve hizmetleri benimsedikleri oranda Cumhuriyet Türkiyesinde muteber oldular. Aksi durumda her zaman için “Türkiye Türklerindir” denilerek “ya sev ya da terk et!” ilkesi hatırlatıldı. Kimi zaman Suudi Arabistan’a çoğu zaman da İran’a doğru yol gösterildi.
Özellikle 28 Şubat süreciyle birlikte “Kamusal Alan, Mahalle Baskısı, Malezyalılaşma” gibi sosyal bilimlerin imkânlarıyla üretilmiş her bir manipülatif hamle Müslümanları savunmaya geçmeye ve kendilerini kabul edilebilir sınırlara çekmeye doğru zorladı. İslam’ın iktisadi, siyasi ve toplumsal hayata yön veren söylem ve sembollerini laik devletin bekası adına boğmak istediler. Sürekli olarak Müslümanları kendini müdafaa ve ispata mahkûm pozisyonda tutmanın yollarını zorladılar.
“Nehyi anil münker”siz İslam Olur mu?
Ama egemen sınıflar eliyle yürütülen bütün bu tuzaklar Müslümanları hırpalamaktan ve doğal süreci biraz geciktirmekten başkaca bir işe yaramadı. “Müslüman ama asla Şeriatın hâkimiyeti için çalışmıyor” diye övdükleri tiplerin çoğalması için tanrılarına çok “dua” ettilerse de kar etmedi.
Zor zamanlar için yedeklerinde tutabilecekleri “Atatürk ilke ve inkılâplarına uyumlu ve bağımlı dindar” karakterler üzerinden meşruiyet kesp edebilmenin hesaplarını yaptılar. Lakin İslam ve Müslümanlar bu sinsi tuzakların, bu çirkin hesapların kurbanı olmaya hiç mi razı değildi. Namaza, oruca, tesettüre, infaka ve cihada daveti yani İslam’ın en temel karakteri olan “emri bil maruf”a sıkı sıkıya sarılmanın itikadi-imani bir zaruret olduğunu hiç unutmadılar.
“Emri bil marufsuz İslam” olmaz da “Nehyi anil münkersiz” İslam olur mu hiç? Olmaz ama Türkiye’de hep böyle bir ucubeye rıza göstermeye zorlandık. İçki, kumar, fuhuş, faiz, puta tapıcılık, yalan, kibir gibi günahlar karşısında devletin maslahatı adına sinirleri alınmış steril bir İslam profiline fit olmamızı beklediler. İslam’ın toplumsallaşan, siyasal ve iktisadi alana müdahil olan, değiştirme ve dönüştürme girişiminde bulunan tüm dinamiklerinden soyutlanması için kimi zaman zorbalıkla kimi zaman da bilimsel-felsefi tekliflerle barikatlar kurdular.
Laik devlet ve ideolojinin toplumu yoldan çıkaran hile ve desiselerine karşı Müslümanları elsiz ve dilsiz kılmakta inat ettiler. Tesettüre karşı yürütülen sistematik saldırıların temelinde Müslümanları psikolojik olarak çökertmek vardı. Kur’an eğitim ve öğretimine karşı geliştirilen Türkçü-laik müfredat öncelikle çocukların ve bağlı olarak da ailelerin zihinlerini felç ederek seri bir biçimde şizofren kişilikler üretti.
Müslüman ama liberal demokrat veya muhafazakâr demokrat veya Türk-Kürt milliyetçisi veya sol-sosyalist cephede veya siyaset dışı/apolitik gibi sarkaçlar arasında gidip gelmeye ne mecburiyetimiz var?
Hiç kimse hariçten gazel okumasın. Müslüman Kur’andaki tanımlarıyla en başta mümin ve muvahhittir. Muhacir ve mücahittir. Takva ve tevekkül sahibidir. Şükreden ve sabreden bir kuldur. Peki, İslamcı mıdır? Son haftalardaki tartışmalar bağlamında önümüzdeki günlerde bizim de birkaç sözümüz olsun.