Mustafa Armağan / Yeni Şafak
Çanakkale muharebeleri, bir “dünya savaşı"nın içerisinde cereyan etmişti. Avrupa'da savaş başlayalı bir seneye yaklaşıyordu ve pek bilinmez ama Çanakkale'nin ilk bombalanışı milad kabul edilen 18 Mart'tan 5 ay önceye rastlar. Üstelik deniz zaferinin üç ay öncesinde Sarıkamış'ta feci bir hezimet yaşamıştık. Moralimiz çökmüştü ve savaş bizim için henüz başlıyordu ama ortada umutlu olmak için hiçbir sebep yoktu.
İşte bu moral çöküntüsü bataklığı içinde açan bir çiçek gibiydi Çanakkale. Müthiş bir ümit fışkırttı kanlı bağrından ve kumandanıyla, askeriyle, stratejisiyle, manevî motivasyonuyla sözde Hasta Adam'ın dirilişini sembolize etti. O kadar ki, biz aynı moralle sadece 1915 Ağustos'una kadar devam edecek olan kara muharebelerini kazanmakla kalmadık, birkaç ay sonra Selman-ı Pak'da koca bir İngiliz ordusunu mağlup edip Kutulamare'ye sıkıştırdık, dahası, esir alarak İngilizlere tarihlerindeki o zamana kadarki en ağır utancı yaşattık.
'Bunları biliyorduk, hani bilinmeyenler?' diyorsanız, doğru yoldasınız demektir. Şimdi biz de bilinenlerden bilinmeyenlere adım atıyorduk zaten…
Türkiye'de Çanakkale muharebelerinin anlam ve önemine dair bir uzlaşma sağlanmış durumda. Ancak onu sağlamanın hiç de kolay olmadığını bilmek gerekir. 1960'larda yeniden keşfedilen Çanakkale zaferine giden yolda uzun bir unutma ve unutturma dönemini geçirdiğimizi bilmekte fayda var.
TC'nin önsözüymüş!
Son yıllarda Kemalist çevrelerden başlayıp İslamcılara kadar sirayet eden bir cümle dikkatimi çekiyor:
“Çanakkale zaferi Türkiye Cumhuriyeti'nin önsözüdür."
Tabii ki tarihî olayları kronolojik sırayla ele alırsak önce gelen ile sonrakiler arasında edebî imalarda bulunabiliriz ama bunu bir hüküm olarak beyan etmek tarihî açıdan tam bir anakronizme sürükler bizi, yani zamanını şaşırma hastalığına. Çanakkale ile TC arasında bir bağ kurmaya çalışabilirsiniz elbette ama bu bağın yapay ve retorik bir yakıştırmadan ibaret olduğunu da bilmeniz gerekir.
Nitekim benzeri yakıştırmaların Namık Kemal nesli için Silistre'de, Çanakkale komutanları için de Plevne'de arandığını biliyoruz. Bugün o tarihlerde çok önemsenen, üzerine destanlar yazılan Silistre de, Plevne de hafızamızın karanlıklarına karışmış durumda. Demek ki bu yapay bağlara bel bağlamak tarihen yanlış.
Aksine ben TC'nin kuruluşunun Çanakkale'ye değil, Mustafa Kemal Paşa'nın da mağlupları arasında bulunduğu Filistin-Suriye hezimetine daha çok şey borçlu olduğunu düşünüyorum ya, bizi asıl konumuzdan uzaklaştıracağı için burada kesiyorum.
Unutulan kahraman: Halil Sami
Kemalist mitolojinin Çanakkale'yi istilasının zirve yaptığı günleri yaşıyoruz ve buna itiraz edebilecek pek kimse yok. Akademik tarihçilerin elleri zaten Kemalizm'e mahkûm. Dışarıda da giderek kalabalıklaşan bir koro, Yarbay Mustafa Kemal'i Çanakkale'nin tek yıldızı haline getirmek için elbirliği yapmakta. Bu durumda ister istemez kahramanlarımız silinip gidiyor.
Mesela Arıburnu'nda 19. Yedek Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal'in 'kahramanlıkları'nı ezberlemişsinizdir ama hemen yanı başında, Seddülbahir'de görev yapan 9. Tümen Komutanı Albay Halil Sami'yi çok büyük bir ihtimalle duymamışsınızdır. Neden acaba?
Bakın, bizim Çanakkale anlatılarında ihmal ve hatta imha edilen Albay Halil Sami hakkında elin Avustralyalı tarihçisi Robin Prior neler yazıyor, ibretle okuyalım:
“(Anzakların Arıburnu çıkarmasına) ilk karşılık 9. Tümen Komutanı Sami Bey'den geldi; sabah 05,00'de 27. Alay'ın iki taburu ile bir makineli tüfek bölüğüne Topçular Sırtı'na ilerlemeleri emrini verdi. Çıkarmayı 19. Tümen'e ve Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal'e bildirdi. Mustafa Kemal'in tepkisi söylendiği gibi hızlı olmadı. Kesin emir almak için üç saat üst komutayla bağlantı kurmaya çalıştı. Sabah saat 08.00'de vazgeçti ve inisiyatifi aldı." (Gelibolu: Mitin Sonu, Akılçelen Kitaplar: 2012, s. 168-9.)
Çıkarmaya ilk uyanan kimmiş? Albay Halil Sami. İlk haberi sabah 5'te gönderen de o. Fakat Mustafa Kemal hemen harekete geçmiyor, emir bekliyor ve harekât bu tereddüt sebebiyle tam üç saat gecikiyor. İşte bunun için düşmanın 2. Tugayı kıyıya çıktığında karşılarında Halil Sami'nin gönderdiği 27. Alay'ı bulmuş ve bu alayın efsanevi direnişi sayesinde ilk hücum püskürtülmüş ve 57. Alay'ın toparlanıp müdahalesine zaman kazandırılmıştı. (27. Alay daha sonra Mustafa Kemal'in emrine verilecektir ama gönderildiği tarihte Halil Sami'ye bağlıydı.)
Arıburnu'nda bu kritik müdahaleyi yapan Halil Sami'nin Çanakkale anlatılarında yer almayışına içerleyen Prof. Prior bakın tepkisini nasıl ortaya koymakta:
“Sami Bey'in 25 Nisan'da askerlerini tam zamanında Arıburnu'na göndermesi Anzak planını altüst etmede belki de Mustafa Kemal'den daha belirleyici olmuştur."
Mustafa Kemal de hata yapar!
Avustralyalı tarihçinin Mustafa Kemal'in Çanakkale'deki performansı hakkındaki hükmü de parmak ısırtacak objektifliktedir:
“Bütün bu komutanların arasında Mustafa Kemal'in (…) birinci dereceden bir subay olduğuna kuşku yoktur, ancak yaratılan mit, belki de Türkiye'deki siyasal koşullar, onu kuzeydeki saldırıları tek başına önlemiş gibi göstermiştir. Bütün bunlara gerek yoktur. Mustafa Kemal'in 25 Aralık'ta ortaya çıkışı Anzakları Düztepe gibi yüksek yerlerden yoksun bırakmıştır. Ancak Sami Bey'in eylemleri de olasılıkla o kadar önem taşımaktadır. Mustafa Kemal Gelibolu'da hatalar yapmıştır, ancak bunların abartılmaması gerekir."
Anzak çıkarmasına ilk sıcak müdahaleyi gerçekleştiren 27. Alay'ın komutanı da Yarbay Şefik (Aker)'tir ki o da öne çıkartılmayan kahramanlarımızdan bir diğeridir. Ve daha niceleri… 57. Alay Komutanı Şehit Hüseyin Avni'yi mi ararsınız, Seddülbahir'i İngilizlere dar eden Binbaşı Mahmud Sabri'yi mi? Hepsi, hepsi unutuldu.
Şimdi diriliş için kahramanlarımızı hatırlama zamanıdır. Onlar bizi de diriltecekler. Ve ancak kahramanlarını çoğaltan toplumlar kahramanlar yetiştirir, unutmayalım. Ve Mehmed Akif'in o mısralarını:
Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Çanakkale'yi hatırlama savaşı!
Cemil Koçak, Başbakanlık Basın ve Yayın Genel Müdürlüğü İç Yayınlar Dairesi Müdür Vekili Feridun Fazıl Tülbentçi'nin 30 Haziran 1944 tarihli yazısında ilginç bir bilgiye rastlamış. Tülbentçi, Çanakkale zaferini anlatayım derken İngilizleri hırpalayan bir broşürün 'sakıncalı' bulunduğunu ve yeni dostlarımızı(!) bu 'nobranca' ifadelerle incitmeme politikası güdülmesi gerektiğini ifade ediyordu. Sizin anlayacağınız, İngilizlerle dostluk kurulmaya çalışıldığı bir dönemde Çanakkale de renksizleştirilmek istenmişti.
Neyse ki bu zincirler 1960'larda başlayan muhafazakârlaşma sonucunda kırıldı ve Çanakkale ortak hafızamızın olmazsa olmaz bir rüknü haline geldi. Bu iyi bir gelişme ama… Aması mühim.
Bu defa da Kemalizm'in Çanakkale'nin üzerine çöreklenmesi gibi bir nahoş hadise yaşadık ve işin garibi, tek bir kahramana indirgenmek istenilen Çanakkale zaferi bu defa asıl anlamından, Osmanlı sultanını ve halifeyi kurtarma hedefinden sapmaya başladı. Nitekim Ruşen Eşref'e verdiği beyanatın 1918'deki halinde Çanakkale'de halifeyi ve İstanbul'u kurtarmak için savaştıklarını söyleyen Mustafa Kemal, aynı konuşmanın 1930'lardaki yayınında bu kelimeleri makaslayarak tarihe müdahale etmek ihtiyacını duymuştu.
Harp mi muharebe mi?
Maalesef dilimiz tozlaştırıldığı için 'muharebe'yi de 'savaş' diye çeviriyoruz, 'harb'i de. Halbuki İngilizcede 'harb' karşılığı eski Almanca'dan geçme 'war' ile 'muharebe' karşılığı Fransızca kökenli 'battle' kelimesi muhafaza edildiği yetmiyormuş gibi 'fight', 'combat' gibi yine savaşmakla ilgili kelimeler de günlük kullanımdadır. Biz ise dünyanın en akıllı milleti olduğumuz için 'muharebe', 'mübareze', 'müsademe', 'cenk', 'cidal' gibi pekala işlek kelimeleri dilimizden atarak tek bir 'savaş'a yapışıp kaldık. Bu yüzden de hem 1. Dünya Savaşı, hem Çanakkale Savaşı, hem 18 Mart Savaşı diyenlere sık sık rastlanması doğal. Yani 'oğul'a da, 'torun'a da 'dede' diyoruz ve dil işimiz maalesef düşünmemizi fena halde baltalıyor.
YENİ ŞAFAK