Eğitim sadece bireyle sınırlı bir faaliyet alanı değil, toplumun tüm ilişkilerini ve geleceğini de etkileyen bir olgu. Eğitim sisteminin alt birimi olan okuldan; bireyi yetenek ve ilgilerine göre yetiştirip, gelecekteki problemlere çözüm üretebilme becerisini kazandırması beklenir.
İdeal bir toplumda, insanların rahat ve eşit bir şekilde ulaşabilmesi hedeflenen bu hizmet, günümüzde birçok eşitsizliği beraberinde getirmekte!
Türkiye’de eğitim sistemi, önemli yapısal sorunları barındırıyor. Eğitime ayrılan kaynakların yetersizliği, altyapı, donanım, derslik, okul ve öğretmen problemi, eğitime muhtaç önemli bir nüfusun varlığı, dengesiz bir şekilde dağıtılan yükseköğretim ve mesleki eğitimden mezun olmuş işsiz, gelirsiz, mesleksiz gençler ve eğitim hizmetlerinin bölge, gelir düzeyi, kimlik gibi sebeplerle adil bir şekilde sunulamayışı, kronik sorunlarımız olmaya devam ediyor.
Ayrıca, Türkiye’de kişilerin eğitim hakkından yararlanma biçimleri hala sahip oldukları toplumsal, ekonomik, kültürel statülerine göre değişmekte! Orta-yüksek gelir grubundan, eğitim seviyeleri yüksek ve yaşam koşulları iyi ailelerin çocukları; büyük oranda yüksek puanla öğrenci alan okullara yerleşmekte!
Eğitimde eşitliği ‘eğitimde fırsat eşitliğine’ indirgeyen yaklaşımla, yeteneğe vurgu yapan ‘fırsat eşitliği’ ilkesi; toplumsal, siyasal ve ekonomik kökenlerine bakılmaksızın herkesin yetenek ve becerileri ölçüsünde yarışabileceğini öngörüyor.
Ancak eşitliğin kendisini değil fırsatını sunan, fırsat eşitliği ilkesi, sunduğu fırsatlarla farklılık ve eşitsizliğe yol açar. Dolayısıyla liberal bir eşitlik ilkesi olan fırsat eşitliği kavramı, mevcut eşitsizlikleri ortadan kaldıran ve eğitimsel eşitliği sağlayan bir kavram değildir.
Bununla birlikte, eğitim sisteminde geçmişten beri süregelen ve tabu olduğu için bir türlü çözüm üretilemeyen ideolojik eğitim olgusu, asıl sorunumuz olarak, olduğu yerde duruyor! Hızla değişen ve dönüşen dünyada, değişmeyen tek gerçek Kemalizm olduğu sürece, etkisiz verimsiz bir eğitim sistemine mahkum olacak gibiyiz!
1924 yılına kadar devam eden Osmanlı’da eğitim ve öğretim işlerini iki döneme ayırabiliriz. 1839 yılında Avrupalılaşma’nın getirdiği baskılarla farklı bir boyut kazanan yapı, bu zamana kadar devlet tekelinde değildir. ‘Sıbyan okulları’ ve ‘Medreseler’ in ortak yanları; dini temele dayalı ve cemaatlerin kontrolünde olmalarıdır. ‘Enderun okulları’ nda; azınlık çocukları, esir düşen genç prensler ve kabiliyetli halk çocuklarını yetiştirip, devşirerek özel saray işlerinde kullanmak amacını güden devlet, diğer kurumlara müdahale etmezdi!
Tanzimat sonrası ise, bu okulların yanısıra Avrupa tipi laik okullar kurulur. Bunlar; ‘Mekteb-i İptidaiye’, ‘İdadiye-Rüştiye-Sultaniye’ ve ‘Darülfünun’ okullarıdır. Böylece eğitim iki ayrı gruba bölünmüş, iki ayrı dil, iki ayrı edebiyat, iki ayrı hukuk ve sonucunda iki ayrı kültür oluşmuştur!
Türkiye’de 18.yy’dan beri süregelen bir ‘Batılılaşma’ hareketi mevcut. Cumhuriyet’le zirve yapan ve artık devletin tek hedefi olan bu ideoloji içerisinde eğitim, hala sağlam bir metoda sahip görünmemekte ve ‘model’ arayışını sürdürmektedir.
Bugünkü ana şeklini, Cumhuriyet devrimleri çerçevesinde almış, günümüze kadar da tali değişiklikler dışında aynı kalan bir eğitim sistemine sahibiz. Bugün yapılan, liseye ya da üniversiteye giriş konusundaki tartışmalar, eğitimin elde edilmesine yönelik tartışmalar. Oysa eğitim sistemi sadece eğitimi elde etmek değil, içeriğini de sorgulamayı gerektiren çarpıklıkları içeriyor!
Mustafa Kemal ve ekibi, bir ‘Fransız ihtilal komutanı’ edasıyla, Aydınlanmacı düşünce atmosferini topluma giydirmeye çalıştılar. Özellikle eğitim alanında yapılan yeniliklerin, bu ihtilalin ilkelerinden kopya olması tesadüf değildir. Milli ve laik bir eğitim anlayışı!
Bu iki ilke doğrultusunda eğitim aracılığıyla yakalanmaya çalışılan çağ, modernleşme çağıdır. Modernleşmeci bir yaklaşımla, yeni bir toplumsal yapının yaratılması ve bu yapıya uygun bireylerin yetiştirilmesi eğitimin işidir.
Cumhuriyet kadroları, Batı ülkelerini yakalamak için hızlı koşmaları gerektiğini düşünmüş olacak ki; üzerindeki en ‘ağır yük’ olan dinden kurtulmayı seçmiştir! Laiklik ile din sadece devlet işlerinden değil, toplumsal ve kültürel hayattan da dışlanmak istenmiştir! Medeni kanunun kabulü, alfabenin değiştirilmesi, Şapka kanunu ve diğer gelişmeler, toplumu her alanda laikleştirmeyi hedefler.
Batı standartlarında yeni kurumlar, yeni değerler ve yeni bir ‘Türk’ yaratmak! Hatta gerekirse ‘damızlık Avrupalı’ getirmek fikri bu dönemde tartışılır! Kemalist devrimlerle toplumun din, gelenek, duygu ve örflere dayanan yaşam biçimi, rasyonel, modern fikirlerle değiştirilmek, modernleştirilmek istenmektedir. Rejimin istediği birey; rasyonel, geleneksellikten uzak ve laik bir kişi olacaktır. Bu iş için eğitim, devletin en temel ideolojik aygıtıdır!
Eğitim bir yandan yeni topluma uygun ve rejimi güçlendirecek insan yetiştirecek diğer taraftan ekonominin ihtiyaç duyduğu insan gücünü sağlayacaktır. Rejime sadık, çalışkan köleler, istendik, ‘makbul vatandaş’ profildir.
Eğitim ve okullar; Kemalist politika ekseninde, toplumsal ve kültürel dönüşümün temel taşları oldu. Rejimin kurulmasında, toplumsal düzenin oluşturulmasında, yeni değerler sisteminin yerleştirilmesinde, ulusal bilincin yaratılmasında, kapitalist ekonomik düzenin işletilmesinde Mustafa Kemal ve kadroları en büyük sorumluluğu eğitime vermiş ve okulları en güçlü ‘değişim merkezleri’ olarak görmüşlerdi!
‘Tevhid-i Tedrisat’ ile mektep-medrese ikili yapısına son verilir. Artık sadece laik okullar vardır. Kanunla birlikte feshedilen tüm dini okullar yerine devlet tekelinde, ‘İstanbul İlahiyat Fakültesi’ ve ülke çapında ‘İmam Hatip Okulları’ açılması kararı alınır. Ancak dini, devlet kontrolüne alma girişiminin laiklikle ilişkisi sorgulanmaz! Ve sonuç; islam medeniyeti ve kültürünün bin yıllık derin tecrübesini yansıtan medreselerin, Türkçü-Batıcı idealler uğruna yok edilmesi olur!
1928’de toplum köklerinden bir kez daha koparılmış, ‘harf değişimi’ toplumu bir anda okur-yazar olmayan bir konuma düşürmüştür. Açılan ‘millet mektepleri’ ile okuma yazma yanında topluma Kemalist ideoloji empoze edilir. Yine 1937’de kurulan ‘köy enstitüleri’ sadece köy öğretmenleri yetiştirmekle kalmamış, rejimin yılmaz ‘propagandistlerini’ de yetiştirmişlerdir. Artık yeni neslin eğitiminin ortak değeri ve ideali ‘millettir.’ Ancak rejimi bekleyen asıl sorun bölgesel, etnik, aşirete bağlı, farklı dillerin konuşulduğu ve ortak değerin islami kimlik olduğu toplum yapısıdır.
Millet mektepleri ve köy enstitüleri ile bütün topluma aynı düzlemde ideolojik yönlendirme yapılmış, makbul vatandaşlar yetiştirilmek amaçlanmıştır. 1954 yılında kapanan enstitülerden on beş bin öğretmen yetişmiş, devletin ideolojisinin taşınması ve yaygınlaştırılmasında önemli rol üstlenmişlerdir.
Kemalist eğitim tezgahından geçen çok önemli bir kitle, bugün okullarda görev yapmakta! Özellikle son günlerde yaşanan ‘Kemalizm furyası’ ile bir süredir suskun kalan bu şahıslar, daha bir cesaretlendiler! Belki gündem olmasından kaynaklı bilmiyorum, ancak hergün Mustafa Kemal konusunda bir tartışmayla geliyor çocuklarımız!
Eğitim sisteminden daha verimli bir sonuç alınmak isteniyorsa, ilk olarak yapılması gereken Kemalizm’in modern kirlerinden kurtulmak olmalıdır. Sonrasında daha teknik denilebilecek iyileştirmeler yapılabilir.
Bunlar arasında; merkeziyetçi yapıdan vazgeçmek, öğretmeni buyurgan, amir, ideolojik aygıt vasfından çıkarıp, yönlendirici vasfını kazandırmak , öğrencileri edilgen-alıcı pozisyonundan kurtarıp üretici, sorgulayıcı, eleştirel kimliğe ulaştırmak, aile ve toplumun eğitim sürecine aktif katılımını sağlamak gibi düzenlemeler sayılabilir. Tabi ki; Kemalizm enjekte etme misyonundan fırsat bulunabilirse!