Arkadaş canlısı, yakınlık ve ünsiyet kelimesinden gelen Tunus, şimdi nisyana dönüşüp, yakınlığın uzaklığa dönüştüğü İslam coğrafyasında, tekrar aradığımız Ümmete Dönüş Arayışının ilk durağı oldu.
Tasavvurumuz altında şekillenen ve aynı zamanda tasavvurlarımızı da oluşturan iki yönlü işleve sahip kelimeler; isim, fiil ve bağlaçlardan oluşur. İnsanı diğer varlıklardan ayıran ve Yeryüzünün Halifesi kılan isimlerin ilmine sahip olması ve bunun gereğini unuttukça Rabbinden aldığı kelimelerle tekrar insan olma sürecinin merkezinde de bu tasavvur var.
Kur’an bize yaşadığımız hayatın kelimeleri ile seslenir ve yine Kur’an bu kelimelere anlam yükleyerek onları hayatımızın temel kavramlarına dönüştürerek biz yeryüzünün Halifesi kılar.
İsimlerden “İsa nedir?” diye bir soru sorsanız:
Avrupalı rasyonel bir akademisyen; “Bir isim” diye cevap verecektir.
Bir Yahudi; ya “Var olmayan bir kişiye ait uydurma isim” ya da “Sahte peygamber” olarak cevap verecektir.
Teslise inanan bir Hıristiyan; “Allah’ın oğlu, üçün biri, Allah’ın bedende tezahürü ve insanlığın kurtuluşu için günahlarını yüklenen Mesih” diyecektir.
Biz Müslümanlar için ise “Allah’ın Meryem’e üflediği bir ruh, kelimedir”
İsimlerden “Muhammed nedir?” diye sorsanız:
Bir sufi; “ Bir işareti ile Ay’ı ikiye bölen, Kerbela’nın toprağını avuçlayıp gözyaşı döken, yüzü suyu hürmetine Kâinatın yaratıldığı nurdur” diyecek.
Kitabi Müslüman için “Allah’ın kelimelerini bize ulaştıran ve onları yaşayan Elçidir” diyecektir.
Kelimelerden birer isimler üzerinde bu farklı tasavvurları ve bizatihi bize ulaştırılan kelimeleri anlamaya çalışıyoruz. Ve okuyup durduğumuz Kitap bizdeki, nefsimizdeki karşılıkları ile buluşarak, onları şekillendirip ıslah ederek bizde bir tasavvur oluşturacaktır. Ya da Şeytan’ın ve takipçilerinin sürekli tahrif ettiği bunu yapamadığı anda unutturup, anlamlarını kaydırıp, yerlerini değiştirdiği ve nefsimizdeki karşılıklarını bulup onları ifsat ettiği kelimelerin tasavvuruna teslim olacağız.
“İsa”nın nasıl bir kelime olduğunu düşünelim. Mushaf’a dönüşmemiş ama beşikte kalbine indirilmiş bir müjde ile İnsanlığı çağırdığı şeyi okuyan/takip edenlerin onda gördükleri kelime. Okuyup durduğu Kitaba göre kullar olan eski vahyin temsilcilerini ve yine okuyup durduğu Mushaf’taki kelimelere tabi olan Müslümanların tasavvur dünyalarını düşünelim. Davut’un İlahi aşkla söylediği Mezmurların ya da Kitab’ın tabiri ile Zebur’un dinleyicisi olan, göçer İsrail Oğulları kabilelerinin tasavvurlarındaki ortak noktayı yakalamaya çalışalım. Belki bu yaşadığımız asrın birbirinden farklılaşmış topluluklarını Ümmette birleştirecek işaretler buluruz.
Nahda Hareketi Siyasi Büro Teşkilatlanma Başkanı Amid el Üreyid; “Kur’an kelimeler mucizesidir” diyerek başlayan sohbetinde, “Sosyal ve siyasal yaşamımızda kavramlar üzerinde yoğunlaşıyoruz ve tasavvur oluşturmaya çalışıyoruz” diyerek, bize olaylara ve düşüncelere ne kadar hakim olduğunun işaretlerini veriyor. Ve devamında bize vaazdan öte münevver bir öndere ait kelimeler seçiyor:
“Girift ve çelişkili bir hayat yaşıyoruz. Usul ve nas ile vakanın arasını bulmaya çalışıyoruz.
Islah, takva ve ibadet gibidir ‘Sen çabalıyorsun’ ayeti gibidir.
Ulusal Devlet ile İslam Devleti farkı bilinen bir farktır. Yaşamış olduğumuz Ulusal Devletten, daima özlem duyduğumuz Ümmet eksenli harekete geçiş, klasik Halifelik gibi olmayacak, farklı şekillerde tezahür edecektir.”
Ertesi gün, Nahda’nın kurucusu ve manevi lideri Gannuşi, yaşadığı ülke ile bizim aramızdaki benzerliğe dikkat çekiyor;
“Burgiba’nın Mustafa Kemal’den etkilenmesi ile her iki ülkede de Laik Devlet oluştu. İslam düşmanlığında her iki ülkede benzerlik gösterdi ve İslam ile gençliğin önüne geçildi”
Kavramların tasavvurlardaki oluşumuna, yaşamdaki realitesine ve ıslahına dikkat çeken Gannuşi devam ediyor;
“Deprem geçirmekte olan bir yerde, birden bina inşa edilemez. Bir günde Islah yapamayız. Bir ağaç ekilince meyvesini almaz zaman alır.”
Hatıralarım beni yıllar öncesine götürüyor. Cumhuriyet Türkiye’sinin, köklerinden kopartılmış bir memur ailesinin ortaokul öğrencisi olduğum 80 öncesi yıllara. Bulunduğum taşra kasabasının, okulunun Devrimci Geleneğin kurtarılmış bölgesi olmasından olacak, kelimelerimizde ve tasavvurlarımızda İslam, Müslümanlık diye bir kavram yok. Hele yaşantımızda ibadet diye bir şey hiç yok. Çocuklar kavga ederken birbirlerine bazı hakaretlerde bulunur ya! Bizim hakaret kelimelerimiz “Faşist, Burjuva Çocuğu” gibi kelimelerdir. Değerlerimiz ve erdemlerimiz yine bazı kelimelerle şekillenmiştir; “Devrimci yalan söylemez. Devrimci kızlarla, manitalarla flört etmez bunlar Burjuva kültürünün ürünüdür”. Tasavvurumu oluşturan da bu kelimelerdir ve bir gün (beni tam tanımadan) sağcı olduğunu bana gizlice fısıldayan başka bir memur çocuğuna hayretlerle bakıyorum ve kelimeler ağzımdan dökülüyor; “Efendi, sakin birisine benziyorsun, zengin ya da fırsatçı değilsin, fanatik ya da ırkçılık yapan birine de benzemiyorsun, sen nasıl sağcı olursun?” Tasavvur dünyamın ve diğerlerini ötekileştirmenin etkisi ile olacak, yazları arada bir gittiğim memleketimde yakın akrabalarımın ülkücü olan tipleri ile hiç yollarımızı çakıştırmıyoruz. Birkaç kez denk geldiğinde hemen vücut bulan kavgalarımızdan, aile büyükleri de ziyaretlerimizi çakıştırmıyorlar.
Nihayetinde 1982, ateistlikten nihilizme geçişin kısa bocalaması ve bir Yaratıcının olduğu, tahayyül dünyamda ona başka isimler taktığımı düşündüğüm yıllar. Bir arkadaşımın verdiği Kur’an’ı okuyorum ve ertesi gün aynı ile iade ediyorum, “Bana ne iki bin yıl önceki İsrail Oğulları bin dört yüz yıl öncesi Arabistan’ından”.
İki yıl kadar sonra namaz kılan bir arkadaşıma soruyorum; “Bu yaptığın nedir?” Basit bir cevap “Ben Müslüman’ım ve hayatımı Allah’ın vaaz ettiği şekilde tanzim ediyorum”. Belki tartışsak kafasını bile karıştıracağım arkadaşımın bizzat yaşamına hâkim kıldığı kelimeler dikkatimi çekiyor. Ve tekrar elime aldığım Kitap, artık bana, doğrudan yaşamıma ve benim gibi yaşamış sıradan insanların hayatlarından örnekler vererek sesleniyor. Sonraki okuyuşlarımda; dalalet dönemlerindeki ilk okuyuşumun “Bunlar eskilerin masallarıdır derler” ayetinin beni sarstığını da eklemeliyim.
Belki o günden içime yer etmiş “Yaşanmayan kelimeler boş ve anlamsız kelimelerdir.” Cümlesi aklımın bir köşesine kazınmış durmaktadır.
Tasavvurların oluşumu insanın kendisini ve ona hitap eden ayetleri keşfetmesi ile kemale erer. Ve Tunus insanının yaşadığı ye yaşamına mihenk yapmak için uğraştığı kelimelerin önemini belki de bu yönden, daha çok önemsiyorum.
Gannuşi’nin devam eden sözleri bu açıdan bana güven veriyor;
“İnanıyoruz ki halk kendini keşfettikçe kendisi için daha iyi olanı da keşfedecektir.”
Yaşadığım ülkede, belki de Müslümanlığa dışarıdan adım atmış birisi olarak, kelimeleri bıçak gibi kullanan Müslümanlarla karşılaşmam ayrı bir hayal kırıklığı oluşturmuştu.
80’li yılların ortalarından sonlarına doğru, İstanbul Üniversitesi çerçevesinde, keşfettiğimiz ve kendimize yol çizdiğimiz kelimeler arkasında yürüyoruz. Kelimeleri lügat manasının ötesine taşıyamayanların ve gelenekselciliğin ruhani pasifizmine karşı savrulmuş radikalistlerin acımasızca kullandığı kelimelerin insanları nasıl bıçakla keser gibi doğradığını da yaşadık sonra. Bundan olacak bazı arkadaşlarımız “Fıkıh Despotu” diye bir kelime kullanır olmuşlardı. Tasavvurun oluşmasında ve kelimelerin ıslahından payı olmayanların Molla Kasım’lık yaptıkları kelimeler, ötekileştirmenin aracıydı ve hala da gecikmiş etkileri ile bize dokundurmalar yapıyorlar.
Amid el Üreyid’in Ümmet-Ulus ayrımındaki netliğine ve Gannuşi’nin belki tartışılabilecek Batılı kavramlar üzerinden tahlil ve değerlendirmelerine yetişemeyenler arasındaki Türk Ulusçuluğunun acısını en çok çekmiş olmasına karşılık Ulus modeli kopyalamış ve buradan kendisine pay çıkarmaya çalışanları pek ciddiye almamak gerekir aslında.
Sinek ufak ama işte….!
Savrulmaların ve Batılı Kavramlara karşı keskin bir korumacı tavrın yerine, doğrudan onları deşeleyerek ve onların fıtri kökleri ile şeytani katıkları arasında evrensel bir tasavvur oluşturma basamaklarında kâh bizden ileri, kâh bizden geri Ümmet Coğrafyasındaki yaklaşımları önemsiyorum.
Amid el Üreyid devam ediyor:
“Hürriyetler ve özgürlükler ne kadar artarsa, İslam o kadar gerçekleşir. Bu tezat oluşturmaz, bu imkândır.”
Tunus Nahda hareketi ve lideri, Demokrasi gibi Batıya ait bir kavramı kullanması üzerinden acımasızca eleştiriliyor.
Kendi terminolojisi ve pratik tecrübeleri ile gerçekleşecek siyasal kavramlar, köklü bir toplumsal ve kavramsal ıslah modeli olarak ortaya konulmasına inanıyoruz ve bunu belki detaylı bir istişare ile Ümmet Coğrafyasından farklı kesimlerle enine boyuna tartışmalıyız.
Bu kavram ve tasavvurlar oluşana kadar kullanılacak maslahati ve imkân sağlayıcı ödünç/geçici kavramlar mümkün müdür?
Sözcük anlamı ile Demokrasi, Cumhuriyet ya da Halk yönetimi arasında fark yoktur. Biri Yunanca, ikincisi Arapça, üçüncüsü Türkçedir o kadar. Ama tarihi, kültürel ve sosyal arka planda bu siyasi kavramlar, sadece sözcükten öte anlam kazanırlar. Batı siyasi tarihinde, arayışla yaşam tarzının sentezlenmesi ile oluşan kültürel ve sosyal arka plana sahiptir. Demokrasi başta İslam kültürü olmak üzere diğer kültürlerin içerisinde Batı siyasal emperyalizminin/tahakkümünün bir aleti olarak kullanılagelmiştir.
Batı toplumunun kendi dokusunda, fıtri olanla ifsadi olan arasındaki karmaşada ıslah metodu ile kavram halkın yararına bir noktaya çekilebilir mi?
Batı kültüründe Parlamenter Demokrasi, Tek Parti Demokrasisi, Sosyal Demokrasi, Komünal Demokrasi ya da Doğrudan Demokrasi şeklinde tamamen farklılaşmış versiyonları hatta Meşruti Krallıklar altında Demokrasi gibi garabet uydurmalarda ortaya çıkmıştır. Ve en nihayetinde her sosyal kesim kelime anlamına kadar indirgeyerek kavramın içerisini boşaltarak ya da değiştirerek çekiştirip durmuşlar.
Bence gözümüzden kaçan bir kavram olarak Cumhuriyet kelimesi Demokrasi’den çok daha fazla batılı kültürel ve tepeden totaliter yapı oluşturma tanımsal içeriğine sahiptir. Republic kelimesinin, Arapça Cumhuriyet sunulması Nasyonalizmin Milliyetçilik şeklinde sunulmasından çok ta farklı değildir. Şayet birileri, Şura da bir çeşit Demokrasidir derse Demokrasinin de Cumhuriyetten pek farkı kalmayacağı gibi daha az despotik etkisi ile Gannuşi’nin de tabiri ile “Parlamenter Demokrasi, günümüzde Devlet sultasının en az olduğu yönetim biçimidir” tanımlamasına gelinir. Elbette bizce Şura kavramını bu kadar kolay adapte etmenin mümkün olmadığı bir gerçek ve bizim üretmediğimiz kavramlar bunlar; Demokrasi, Republic, Nasyonalizm, Sosyalizm, Liberalizm vs.
İslam toplum modelinin oluşmasından önce “Adil Habeş Kralı” ya da Kabilelerin, ya da soylu kişilerin “Himayesine Girme” gibi ödünç kavramlar, Müslümanların hareket alanını açar. Ama Ümmet ve İslam kardeşliği, muhacir-ensar kardeşliğinin pekiştiği Islah edilmiş bir toplum modelinde “Krallık” ya da “Kabile, Soy Himayeleri”nin ne zemini, ne de anlamları kalmaz.
Kitabımızın bize men ettiği “Cahiliye Asabiyesi” gibi bir kavram üzerinden, Allah Elçisinin bir dönem mazlum Müslümanlara bir korunma, bir imkân olarak gördüğü “Kabile Himayesi” mevzuunu kolaylıkla kelimeler üzerinden inkâra götürenler ya da anlayamayanlar olabilir. Magrip’in Münevveri İbn Haldun’un “Hadari Asabiyesi”ni bir yere kadar övmesi, ama “Müktesep Asabiye”nin daha bir üst değer içerdiğine dikkat çekmesi gibi Hikmet’ten pay alanlar da çıkacaktır.
Hatta dönemsel olarak, İslami bir modelin olduğu ortamda bile geçici bir kavram olarak kullanılan “Kureyş’in Liderliği” gibi maslahati bir kavramın, zamanla nasıl asabiyeye dönüştüğü ibretlik tarihi bir realitedir.
Yine tarihi süreç içerisinde “Halifelik” ya da “İmamet” gibi kavramların bile nasıl kavram kaymasına uğrayıp despotizme dönüştüğünü düşünürsek, sorunun sadece kavramlar ve onların anlamsal içeriği olmadığını göreceğiz. Bu tecrübelerin ve örnekliklerin içerisinden, Kavramların toplumsal yaşam içerisinde ki anlamları ve toplumsal ıslah çerçevesindeki değişkenliği, sürekliliği ve onlara hükmedilmesinin gereği de ortaya çıkar.
Amacımız fıkıh tartışmaları değil, düşünce ufkunda açılımlar yapmaktır diyelim de; bizi sığaya çekecek Molla Kasımlar yine kelimeler üzerinden kesip biçmesinler!
Evet, mümkün olabilecek ödünç ve geçici kavramların, ıslah metodolojisi olmadan kullanılmasının tehlikeleri var.
Toplum hayatı da İnsan hayatı gibi zamanla oluşan, bir anda bir kelime ya da kavramla birden değişmediği gibi bu kelime ve kavramların kalplere zamanla yerleştiği bir süreçtir.
Öyle değil mi? İslam olduktan sonra iman bile kalplere zamanla yerleşiyor ve artıyor.
Üzerimize boca edilen Batılı kavramların tahriş edici etkisi, biz onları tahlil edip deşeledikçe tersi istikamette, Şeytanın kattıklarını tahriş edeceğine inanmayan kendi değerlerinin üstünlüğüne de inanmıyor demektir. Ve gün gelip yine üzerimize boca edilen İslami kelime ve kavramların sindirilmeden, keskin ve ruhsuz kalıplar halinde kullanımı belki de bizi en fazla yaralayan olacaktır.
Bir kelime, bir kavram mana ve anlam içermediğinde, sebepleri ve zemini bilinmediğinde, tasavvurda oluşturduğu ruh kalpleri yumuşatıp titretmediğinde ve en önemlisi toplumsal hayatımızda bir karşılık bulmadığında Ehli Kitaplaşmanın aracı olmaktan başka bir işe de yaramayacak.
Tunus sokaklarında Amid el Üreyid’in ve Raşid el Gannuşi’nin ülkesinin insanlarını izliyorum. Bir dönemler başörtüsünün sokakta bile yasaklandığı, işyerlerinde, fabrikalarda üretim düşecek bahanesi ile oruç tutmanın ve namaz kılmanın yasaklandığı ülkenin insanlarını inceliyorum. Frankopan bir kültürün, sokak profilini İstanbul sokaklarından bile daha fazla İslam’a uzak tuttuğunu, buna rağmen, derinlere inememiş, İslam’a öfke duymayan Tunus’un insanları ile konuşuyorum. Burgiba dönemi özenticilerinden Sosyalistlerine, Fransız Kültürü Âşıklarına kadar kimse doğrudan “İslam’a hayır!” , Medyasına hâkim seküler/laik kalemler bile “İslam bizi geri bıraktı” diyemiyor. Evet, bizdeki Radikal Laiklerin sözlerini diyemiyorlar, ama manası kaymış kelimelerin arkasından konuşuyorlar ve tasavvurdaki dönüşüme direniyorlar. Buna karşılık halkın çoğu kopmuş olduğu ama hala aidiyet duyduğu İslam kelimesi üzerinden güven veren Nahda’nın arkasında duruyorlar.
16 Yıl hapis yatmış ve mevcut İçişleri Bakanının da kardeşi olan Teşkilatlanma Amid el Üreyid bütün bunların fakında ve diyor ki:
“Tunus devrimi hemen öncesindeki on yıllık sürede Nahda elemanlarımızın önde gelenlerinin tamamı ya hapiste ya da sürgündeydi. Dışarıda ciddi kurumsal ve eğitsel çalışmalarımıza rağmen içeride ancak bireysel çalışılabiliyordu. İçerideki işimiz zordu ve üç noktaya değineceğim.
1-Yaygın baskı siyasetinden dolayı her aileden bir ya da iki kişi içerideydi.
2-Toplumsal alanda devletin yaygın bir İslam düşmanlığı vardı.
3-Gençler yine de İslam’a sahip çıktı ve bu bir potansiyel oluşturdu.
Ancak bu olgunluk ve kültür/birikim eksikliği oluşturdu bu aşırı selefilik ya da aşırı serbestlik gibi savrulmalara yol açtı
Geçiş çalkantılı ve sıkıntılı olacaktır. Sıkıntıları aşmak için diyalog yolu seçiyoruz, bu temel felsefemizdir. Bazı siyasi kesimler sorumluluk almayıp ayrı duruyorlar, belki de biz onlara ulaşamadık.
Geçiş dönemi tıpkı namaza hazırlık gibidir. Tunus ve Türkiye laikliği farklı, bizim anayasamızda İslam düşmanlık yok, ancak itiraz edilen şey İslam’ın topluma nasıl yansıyacağıdır.
Açık olacağım, çok sıkıntılarla karşı karşıyayız. Büyük sorunlar ortaya çıktı ve toplumun beklentileri var. Bazı odaklar devrimi boşa çıkartmak için her şeyi göze alıyorlar. Ekonomide, bürokraside, devlet kurumlarında, yargıda, medya da eski dönemin kalıntıları çok etkin. Ama halkın bize güveni daha çok ve bu karşı devrime set oluyor”
Magrib’in çocuğu Faslı İslam Felsefesi üstadı Muhammed Abid Cabiri’nin “Beyan’ı ile Burhan’ı buluşturan” zihniyle buluştuk Tunus’ta.
Yine Magrib’in çocuğu Farntz Fanon’un Yeryüzünün Lanetlilerine benzemiyorlar bunlar. Fanon’un “Lanetli Ulusal Kurtuluş Mücadelesi” ve ulusal kültürün ürettiği şiddet üzerinden değil, daha çok yine bu toprakların çocuğu Malik bin Nebi’nin “Toplumsal Değişimi”ni takip eden, münevver bir ıslah üzerinden şekillenen Tunus devrimi; yavaş ama istikrarlı ilerliyor.
Ve Malik bin Nabi’nin “Yirminci Asrın Tanığına” yirmi birinci asırdan seda veriyorlar, hem de bizzat sahada yaşayarak kendi fıkıhlarını oluşturarak.