Kelebek etkisi

Etyen Mahçupyan

Kendinden memnun, kendi başarısının farkında olan siyasetçi ve bürokratın toplum önüne çıkma özgüveni de artıyor. Hele bu karşılaşmalarda hoşa giden iltifatların da alınacağını öngörüyorsanız, bu ‘medeni cesaretin’ sergilenmesi daha da kolaylaşıyor. Dışişleri Bakanlığı bu açıdan rüştünü ispat etmiş olan belki de tek bakanlık. Diğerlerini nereden baktığınıza bağlı olarak eleştirmek çok kolay... Ama sırf muhalefet olsun diye yapılan itirazları bir kenara koyarsak, neredeyse her cenahtan onay alan bir dışişleri stratejisi ile karşı karşıyayız.

 

Nitekim Bakanlık mensupları da bunun farkındalar ve tadını çıkarmaya çalışıyorlar... Geçen hafta da Ali Babacan’ın bazı işinsanları, eski bakanlık mensupları ve gazeteciler ile biraraya geldiği bir ‘bilgilendirme’ toplantısı yapıldı. Öncelikle söylemek gerek ki ‘imaj’ açısından çok cesur ve kendinden emin bir duruş sergilendi. Sadece söylenen sözler açısından değil... Bizzat söyleyenler açısından. Ali Babacan çağrılı olan tüm zevattan daha gençti. Ancak yanında getirmiş olduğu Bakanlık mensupları kendisinden de gençti... Böylece ortalama 30 yaşın altında gözüken bir hariciye kuşağından, biz 50 küsur yaş ortalamalı kuşak Türkiye’nin vizyonunu dinledik.

 

Bir yıl öncesi ile mukayeseyi temel alan sunumda Babacan yakın çevredeki sorun alanları üzerinde fazla durmazken, Ortadoğu’nun niçin öncelikli olduğuna da hızla değindi ve Dünyaya kollarını uzatan, aynı anda birçok ipin üzerinde durabilen bir Türkiye çizdi. Bir yanda Arap Birliği ve Körfez İşbirliği Konseyi ile ortaklık arayan, öte yanda Afrika’dan Karayipler’e, oradan Hindistan’a “yeni coğrafyalara” giren bir Türkiye... Önümüzdeki dönemde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi adaylığı gündeme gelecek olan, Medeniyetler İttifakı’nın 2. Forumu’na evsahipliği yapacak, Dünya Bankası ile IMF’nin ortak toplantısını misafir edecek bir ülke...

 

Yakın çevresinde Kıbrıs’tan, Ermenistan’a; Ege’den Irak’a bir dizi sorunu olan bir ülkenin böylesine geniş bir perspektifte davranması birçoğumuza hayalci gelebilir. Kafkasya’da bir ‘İstikrar ve İşbirliği’ platformu yaratılmaya çalışılması da sözkonusu ütopik bakışın gidebileceği en ‘gerçekçi’ nokta olarak değerlendirilebilir.

 

Ancak yukarda anlatılan perspektifin, Türkiye’nin son beş-altı yılı içinde yerleşen ve derinleşen epeyce gerçekçi bir stratejinin parçası olduğunu görmekte yarar var. Bu strateji basit ama akılcı bir tespite dayanıyor: Dünyanın yeniden düzen aradığı bir dönemde, Batı koalisyonunun en doğu ucunda yer alan Türkiye kısa vadeli birçok riskle karşı karşıya. Çıkabilecek olan her büyük gerilim ve çatışmanın bizler için büyük maliyeti olacak... Buna karşılık aynı dönem, ‘uçta’ yer almakta olan Türkiye’ye yeni imkânlar da tanıyor. Yeter ki inisiyatif kullanabilsin ve bu inisiyatifi doğru yönde kullansın.

 

Bu tespitin bir adım sonrası sözkonusu inisiyatifin barış ve istikrar yönünde kullanılması, kendi çevremizden başlayarak çatışmanın olabilecek en alt seviyede tutulmasını hedeflemesi gerektiğidir... Çünkü Türkiye’nin ‘sözü dinlenir’ bir ülke olması bazılarının sandığı gibi askerî gücüne bağlı değil. Bu gücün günümüz koşullarına yanıt verebilme kapasitesinin çok yüksek olma ihtimali artık yok... Aksine Türkiye’nin gücü, diğer ülkelerin onun üzerinden barış aramalarına bağlı.

 

Bu bakış son dönemde birbirine bağlı ve birbirini besleyen iki stratejik çizgi üretti. Birincisi yakın çevremizde kategorik sorun alanlarının ortadan kalkmasıdır. Diğer bir deyişle her komşu ülke ile şu veya bu sorun bir süre daha çözülmeden taşınabilir. Ama Türkiye’nin ‘kategorik olarak’ sorun çözmeye karşı olması mümkün değildir ve çözüm için ortaya çıkacak her fırsat değerlendirilmelidir... Cumhurbaşkanı’nın Ermenistan ziyareti bu nedenle Dışişleri içinde hemen kabul gören ve ‘üzerine atlanan’ bir adım oluşturdu.

 

Aynı stratejinin diğer çizgisi ise ‘genişleyen halkalar’ yaklaşımı... Buna göre Türkiye tüm dünya ile barış ve istikrar ilişkileri geliştiren bir ülke olmak zorunda ve bu yaklaşımını adım adım kendi çevresinden dışa doğru genişletme peşinde. Böylece meselenin ilkesel bir tutum olduğu kanıtlanırken, ‘sözü dinlenir’ bir partner olarak görülme ihtimali de artırılmakta...

 

Ancak asıl kritik nokta, bu iki yaklaşım çizgisinin birbiri ile bağlantılı hale getirildiği ölçüde yurt içinde ‘siyaset’ alanını da açması. Genel barış arayışı, komşuları düşman olmaktan çıkarırken, aslında iç siyaseti de rahatlatıyor. Reformların yapılması, özgürlüklerin genişletilmesi kolaylaşıyor.

 

İronik bir durum ama, Dışişleri’nin Afrika’nın duymadığımız bir yerinde konsolosluk açması, içerde askerî vesayet rejiminin zorlanmasına katkıda bulunuyor. Küreselleşmenin böyle hoş tarafları da var işte...

 

TARAF