İstanbul’da havalimanına yapılan barbarca saldırının hedefini sıcağı sıcağına ve elde hiçbir somut bilgi yokken İsrail’le normalleşme ve Rusya’yla kurulacak ilişkilere bağlama konusunda adeta konsensüs sağlanmış gibi. Yetkililer bir an önce havalimanında katledilen, yaralanan ve yakınlarına ulaşamayan insanların acısına bir çare üretmek üzere seferber olmuşken analistler hiç gecikmeksizin meselenin uluslararası boyutunu çözümlemeye başlamıştı bile.
Havalimanına yapılan saldırı IŞİD’in son dönemde iyice bildiğimiz türden bir saldırısı olarak karşımıza çıkıyor. Önceleri Türkiye’deki PKK-HDP hedeflerine yönelen örgüt Sultanahmet ve Beyoğlu saldırılarıyla birlikte daha yoğun bir biçimde ‘yabancı’ unsurları hedef aldı. Önceki gece yapılan saldırıda her ne kadar katledilenlerin önemli bir kısmı Türkiye vatandaşıysa da saldırının dış hatlar terminalinde cereyan etmesi önemli bir göstergedir.
Muhtaç Olan Kim?
Türkiye’nin İsrail’le hangi zeminde anlaşma yapmaya mecbur kaldığı kamuoyunun malumu. Amerika’nın bizzat Başkan Obama düzeyinde bu yakınlaşmayı temin etmek üzere defalarca devreye girdiği, çok boyutlu baskı politikası yürüttüğü ortada. Üstelik Mavi Marmara baskını sonrasında iyice gerilen diplomatik ilişkileri normalleştirecek adımların atılması yönünde İsrail tarafından gelen tekliflerin yoğunluğunu da unutmamak icap eder. İsrail medyasından servis edilen haberlerle son üç yıldır neredeyse masaya oturuldu oturulacak, imzalar atıldı atılacak tarzında suni bir takım iklimler icat edildi.
Bu diplomasi ve medya üzerinden yürütülen psikolojik savaşın aktif unsuru İsrail’di. Yani bu ilişkileri onarmak ve geliştirmek için atak yapan, devreye üçüncü unsurları davet eden ve nihayet esneme payını yükselten Türkiye değil İsrail tarafıydı. Anlaşmanın, mutabakatın sorunlu yönlerinden de bahsetmek mümkün. Ancak en temelde İsrail gibi ırkçı-işgalci ve teamülleri katliamlarla örülü bir şebekeyle anlaşma ve mutabakat yapılabileceği zehabına kapılmanın bizatihi kendisi sorunludur. Peki, mevcut gidişat neyin habercisi? Türkiye’nin özellikle Suriye üzerinden yaşadığı sıkışmışlığı aşma yönünde kimi manevralar yapma ihtiyacı giderek daha bir aciliyet kesp ediyordu. İran, Rusya ve Amerika’nın Suriye’de ittifak ederek dayattığı askeri-stratejik tablo Türkiye’yi adeta İsrail’le yakınlaşmaya mecbur tutan bir kapana dönüştürüldü.
Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerini kopma noktasına getiren veya tersinden normalleşmesini temin edecek olan unsurlar değişmedi. Özür, tazminat ve ablukanın-ambargonun kalkması. Özür, sorun olmadı. Ancak tazminat ödenmesi değil Mavi Marmara şehitlerinin yakınları için özel bir fondan yardım mahiyetinde bir ödeme yapılması kabul edildi. Oysa bu durum en hafifinden katliamı örtmeyi, görmezden gelmeyi beraberinde getirir. Üstüne bir de İsrailli askerler hakkında açılacak davalar üzerinde Meclis kararıyla bir tasarrufta bulunulacak olursa sıkıntı hepten kangrene dönüşür. Nihayet ablukanın devamıyla birlikte ambargonun Türkiye lehine hafifletilmesi de kabul edilmiş oldu.
Bu gelişmelerin Gazze için hiç de azımsanamayacak değerde kazanımlar olduğundan hiç şüphe yok. Orta ve uzun vadede İsrail’in sorun çıkarması da Türkiye’nin bu anlaşmayla Gazze için daha büyük kazanımlara kapı açması da mümkün. Fakat Hükümeti destekleme adına ve üstelik de son derece temelsiz, alabildiğine hamasi ve sloganik ifadelerle İsrail’le yapılan anlaşmayı adeta Mehdi’nin gelişi gibi zafer sarhoşluğu havasında takdim etmeye girişmek de bir o kadar tutarsız ve yakışıksız olmuştur.
Küçük Jest, Büyük Pıtırcık!
Beklenen düzeyde olmasa bile İsrail’in geri adım attığı, bağımlılık ilişkisinin Türkiye için değil İsrail için söz konusu olduğu ve Türkiye’nin en azından son üç senedir İsrail’i adeta kapı önünde bekleterek pekâlâ burnunu sürttüğü bir vakıadır. Bununla birlikte İsrail bir işgal rejimidir ve her gün başta Mescid-i Aksa ve Kudüs olmak üzere bütün Filistin topraklarında ağır cürümler işlemektedir. Mücadelede merhale merhale kazanımlar elde edilebileceğini unutmaksızın bu tablolar üzerine konuşmakta fayda var.
Rusya için de aynı durum söz konusudur. Rusya’nın da enerjisi hızla tükenmekte ve Türkiye’den daha fazla bu gerilimli ilişkilerden zarar görmekteydi. Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık düzeyinde Türkiye’den gönderilen mektuplarda ne özür, ne tazminat ne de başka bir geri adım, taviz söz konusuydu. Rusya, bu küçük jestlerle neden sevgi pıtırcığı gibi havalara uçma emareleri gösterdi peki? Bu kadar kolay ikna olmaları, jet hızıyla ortak faydaları keşfetmeleri mümkündüyse eğer Rusya bu kadar büyük zararları ne demeye yutkundu?
Türkiye’de sadece siyaset değil toplum, akademi ve medya da diplomatik ilişkilerdeki kazanım ve kayıpların bilançosunu hakkaniyetli bir biçimde çıkarmak zorundadır. Ne kadar kayıp ve ne kadar zarar, hangi oranda risk ve hangi oranda avantaj sahibi olunduğu konusunda hiç komplekse girmeden kapsamlı ve devamlı muhasebeler yaparak kazanmanın önü açık tutulabilir. Suriye’de zarara uğrayan, riske giren hatta kaybeden esasen Türkiye değildir. Bu sadece ahlaki-İslami değerler açısında da değil üstelik. Rusya ve İran’ın uğradığı zararları, üstlendiği riskleri gözden kaçırarak ne bölgesel ne de küresel analiz yapılabilir. İsrail için bile durum benzer nitelikler taşıyor. En yakın müttefiki ve hamisi Amerika’nın dahi İsrail’i baskılamak için İran’ın önünü açtığı oportünist bir dünyadan bahsediyoruz.
Türkiye’nin İsrail ve Rusya’yla attığı karşılıklı adımların doğası gereği kayıpları da vardır kazanımları da. Asıl olan birini öne çıkarırken diğerini örterek kendini aldatmamaktır.
Yeni Akit