Olay (1)
Son basamağa geldiğinde, daha önce de yaptığı bir işi yaptığını düşündü. Salon hıncahınç doluydu. Kendisini takdim eden temiz yüzlü hafif sakallı gençle tokalaştı. Kürsüye yaklaştı. Zaman milli görüşün zamanıydı. Mekke’nin Fethi’nin yıldönümünü anlatacaktı. Daha önce de bu tür programlara katılmış fakat ilk defa böyle bir ortamda kürsüye çıkıyordu. Gözlerini salonda şöyle bir gezdirdi. Baylar ve bayanlar sağlı sollu yer almışlardı. Çoğu orta yaşlılardan oluşan bu topluluğun ağzından çıkacak sözleri merak ettikleri her hallerinden belliydi. Hafifçe gülümseyerek salona selam verdi.
Fetihten bahsetmenin beraberinde birkaç konuyu da gündeme getirdiğini vurguladı. Mesela fethedilecek olan bir şeylerin olması lazım geldiğini. Fethe hazır olabilmenin arı duru bir vahyi yaklaşımla ancak mümkün olabileceğini ve ancak bu şekilde diri ve tutarlı kalınabileceğinin altını çizdi. Kırk beş dakika geçmiş salondakiler pür dikkat onu dinlemeye devam ediyorlardı. Pozitivist dayatmalara inat ısrarla ve inatla dinliyorlardı. Sonra sözlerine şöyle devam etti;
“Mekke'nin fethi, sadece tarihsel bir olay değildir. O, toplumsal değişimin örnek alınacak bir sonucudur da. Mekke'nin fethi, vahyin başlangıcı ile birlikte Hz, Peygamber ve arkadaşlarının gelen vahyi yaşamaları sonucu, safha safha oluşmuştur. Bugün fethi anlamak için en başta fethedenlerin en güzel bir şekilde terbiye edildiği Kur'an'ı anlamak gerekir. Eğer bir ümmetin akaid kitaplarına, Kur'an'a aykırı hatta O'na karşı geliştirilmiş 'zalim sultana itaat, fasık imamın arkasında namaz kılma' vb. gibi ibareler girmiş ise yapılacak çok iş var demektir. Ve acilen Kur'an'a dönmek gereklidir".
Kürsüdeki bardağa elini uzattı. Bir yudum aldı, almadı salonda bir kıpırdanmanın olduğunu fark etti. Hafif homurdanmalar izledi daha sonra. Gerçekler hiçbir zaman başkalarının boyunlarına astığımız şeyler olmamalı derdi her zaman. Sahih ve doğal bir düşünce sistematiğinden geçememiş aksine laik ve parçacı bir eğitim cenderesinde refleksleri azaltılmış bir toplumun gözü önünde bastığı ayaklardaki nasırların can yakacağı belliydi. Umursamadı. Az önce söylediklerindeki dozajı daha da artırarak “yeniden fetih konusuna” girdi. Mekke fethedilmişken “yeniden fetih” ne demekti. Hem bu “zalim sultana itaat” ya da fasık imamın arkasında namaz kılma” ne demek oluyordu. Salonun ekseriyeti anlamak istemedi. Yıllardır öğretilenlerden farklı şeyler söyleniyordu. Koridorlara çıkan kalplerinde sorun olanlar daha konuşma bitmeden başlamışlardı kulislere.
-Bu da nereden çıktı? Bu iş burada bitmez?Kim bu adam? türünden serzenişlerin ardı arkası kesilmiyordu.
Son olarak salondakilere dua ettirip selam vererek konuşmasını bitirdiğinde elindeki mendille alnındaki teri sildi. Yanına gelen uzun saçlı genç;
-Çıkabiliriz abi! dedi. Sekiz on kişi hep beraber çıktılar. O geceden sonra kasabada tepkiler dinmek bilmedi. Kasabanın kanaat önderleri bir araya gelip tekrar dinlemek istediler o konuşmanın kaydını. Bu da fayda etmedi. Anlamadılar, anlamak istemediler, nefislerini yenemediler. Kendi gettolarındaki sahte mutluluk oyunlarına devam etmeyi yeğlediler. Umurlarında olmadı doğrular. Beş yılda bir yerine getirdikleri kutsal(!) ibadetleri yeterliydi onlar için. Dini yaşamanın ve dini hakim kılmanın başkaca bir yolu ve metodu olamazdı. Ta ki 1997’nin 28 Şubat’ına kadar.
Olay (2)
Telefonun diğer ucundaki sese ne cevap vereceğini bilemedi. Ülke tam anlamıyla yangın yeriydi. Sistemin tüm kutsalları sorgulanıyor hatta asker bile Türk kimliğinden fedakarlık yapacak noktalara doğru savruluyordu. Seksen yıldır halkın en büyük belası olan bu ırkçılık, Türklük baskısı ve Müslümanların bu gelişmeler karşısındaki tavrı ile alakalı bir konuşma yapabilirdi. Bunları düşünürken telefondaki ses tekrar sordu?
-Tamam mı efendim? Gelecek misiniz?
-Tamam dedi. İyi olur inşallah. Bir an 1995’i düşündü fetihten bahsettiği Kur’an’a dönmek lazımdır dediği o konuşmayı hatırladı. On beş sene sonra bu sefer hakim rejimin yaşadığı onulmaz bunalımı ve Müslümanların bunun karşısındaki durumlarını konuşacaktı. Film şeridi gibi geçti zihninden onbeş sene. Nereden nereye dedi kendi kendine. Sistemin yaşadığı bunalım ve girdiği çıkmazda türedi olmadıklarını ispatlamak zorunda olan Müslümanlar nasıl bir strateji ve siyaset üretmeliydiler? Yeterince uyarılmadığını düşündüğü toplumu yönlendirecek kadroların temel referanslarına vurgu yapılmalıydı. Bu yüzden içerisinde garip bir heyecan duydu. Bu çerçevede yapmayı tasarladı konuşmasını. Davet edeni selamlayarak telefonu kapattı.
Bu arada yağmurlu bir havada sırtlarında paltoları ile birkaç arkadaş konuşmanın ilanını duydular ve aralarında tartışmaya başladılar. Konuşmayı dinleyip dinlememe arasındaydılar. Çok büyük hayalleri olmasa da hayatın en büyük hayalinin yani cennetin yolcusuydular. Gitmemiz gerekir dedi içlerinden biri. Genç olanı gitsek de olur gitmesek de dedi. Diğeri ne işi var bu adamın burada? Ne anlatacak? diyerek ortamı iyice gerdi. Tartışma uzadı gitti. Bir sonuca varamadılar.
Salona girdiğinde fiziki açıdan gayet samimi bir ortamın olduğunu gördü. Suistimale açık bu ortam onu endişelendirmişti aslında. Konuya insan faktörüne vurgular yaparak başladı. Daha sonra on yıllardır ülkedeki tek iktidar erki olan askerin yaşadığı aforizmalara ve paradoksal durumlara dikkat çekti. Artık her şeyin tartıldığı bir süreci girmiş bulunuyoruz. Bizim için bu olumlu bir gelişmedir dedi.
Daha sonra;
-Türk ulusunun inşasının ilerlemeci, pozitivist bir modernleşme projesi olduğunu, bu yabancılaşmaya karşı çıkan Şeyh Said ve Dersim direnişlerinin, on binlerce insanın katledilmesiyle bastırıldığını, emperyalizmle işbirliğine direnen binlerce muhalif Müslüman kanaat önderinin İstiklal Mahkemeleri tarafından idam edilmesiyle muhalefetin sindirildiğini peşpeşe vurguladı.
Salondakiler ara sıra konuşmasını bölüyorlar, kafalarına takılanları soruyorlardı. Konuşma uzadıkça uzadı. Karşısında diri bir topluluk olduğunu düşündü. Onbeş senede gelinen bu nokta sevindirici olmakla beraber yeterli miydi değil miydi karar veremedi. Hatta konuşmanın sonunda sohbete devam edelim diyenlerin bulunması yüreğine su serpti.
Sonuç;
Kendi bağımsız omurgamızı tesis etmek, gemimizi düşüncede ve sosyal yapıda inşa etmeye devam etmek en öncelikli ve en gerekli işlerimizden olmak durumundadır. Kalıcılık ve sahicilik budur. İlkeler değişmez ve taviz götürmez. Bir şeyleri oluşturmak ve var etmek önemlidir ama günümüzde asıl önemli olan var olanı işletmek (moda tabirle) ete kemiğe büründürmek) de ayrı bir maharet ister. Sosyal sorumluluğun gereği kardeşlik ve ümmet bilincinin tekrar diriltilmesi için Kur’an merkezli dayanışmaların artırılmasıdır. Kazanmak kadar, kazanılanı korumak belki çok daha önemlidir.