Döndük dolaştık, 'Kürt sorunu'nda, daha doğrusu 'Ayrılıkçı Kürt terörü' sorununda bir kez daha kritik bir dönemece geldik.
Döndük dolaştık, ‘Kürt sorunu’nda, daha doğrusu ‘Ayrılıkçı Kürt terörü’ sorununda bir kez daha kritik bir dönemece geldik.
Geçmişte de birkaç kez benzer kritik noktalara gelinmişti ama sanıyorum hiçbiri bu kadar hazırlıklı olmamıştı.
Kuzey Irak’tan gelen 34 kişinin 34’ünün birden tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmaları kendi içinde son derece önemli bir sembolizm barındırıyor.
Bu insanlardan bazıları, özellikle de Kandil’den gelen sekiz kişiden bir veya ikisi tutuklansa da şaşırmazdım ve yapılan hâlâ çok önemli olurdu ama hiç kimsenin tutuklanmaması, ‘Kürt açılımı’ konusunda yargının da üstüne düşen sorumluluktan kaçınmadığını, gerekirse ve istenirse esneyebileceğinin bir örneği olarak düşünülmeli.
Öyle ya, Habur’da dün Kandil’deki PKK kampında geldiğini gururla söyleyen, Abdullah Öcalan’ın adını ‘Kürt önderliği’ olarak savcılıktaki sorgu tutanağına yazdırmakta direnenler tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı ama aynı saatlerde Erzincan’da hiçbir silahlı eyleme karışmadığı bilinen 14 genç ‘PKK üyeliği’ savıyla tutuklandı.
Demek ki yargı da istediği zaman esnek olabilirmiş.
Yalnız bu esnekliğe ne kadar güvenilebilir, bütün süreç böyle bir esnekliğe güvenilerek nasıl sürdürülebilir, bunu bilemem.
***
Türkiye, ‘Oyun Teorisi’ ile bir hayli geç tanıştı, bu teorinin kurallarını özellikle siyasette ve dış politikada uygulamaya bir hayli geç başladı.
Şu anda bir tarafında PKK ve bir tarafında da Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin yer aldığı bir ‘oyun’ oynanıyor.
Bilinen sebeplerle iki taraf masaya oturmuyor, karşılıklı görüşmüyor. Onun yerine birbirlerinin davranışlarını tahmin etmeye çalışıyor, birbirlerinin davranışlarından, konuşmalarından anlam çıkarıp kendilerine ona göre bir yol çiziyorlar. Yani durum tam da Soğuk Savaş döneminde ABD ile SSCB’nin durumuna benziyor.
Bu öyle bir ‘oyun’ ki, toplamı sıfır etmiyor.
‘Toplamı sıfır olan oyunlar’ oyun teorisinde özel olarak tanımlanıyor. Bu oyunlar, basitçe bir tarafın kaybının öteki tarafın kazancı olduğu oyunlar.
Ama bizim sözünü ettiğimiz ‘Kürt açılımı’ veya ‘Demokratik açılım’ veya ‘Milli birlik projesi’ adını verdiğimiz ‘oyun’ bu cinsten bir oyun değil!
Daha doğrusu, geride kalan 25 yıl boyunca sanki toplamı sıfır olan bir oyunmuş gibi oynandı ama ne bir tarafın kazancı öteki tarafın kaybı oldu ne de bir taraf mutlak bir zafer kazanabildi. Esasen de iki taraf birden kaybetti. Yani ‘oyun’un toplamı sıfırdan küçük oldu, tipik bir ‘kaybet-kaybet’ oyunu oynandı.
Şimdi olması gereken, ‘oyun’u her iki tarafın da kazançlı çıkacağı (kazan-kazan) toplamı sıfırdan büyük olan bir ‘oyun’ olarak oynamak.
Burada en önemli şey, ‘oyun’un hiçbir aşamasında taraflardan birinin kaybettiği, esasa ilişkin bir konuda taviz verdiği izlenimine kapılmamasının sağlanması.
***
Habur’da ve dün özellikle Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaşananlara bir de anlatmaya çalıştığım bu genel ‘oyun teorisi’ ilkeleri açısından bakın, neler göreceksiniz.
İktidar partisi ‘kazan-kazan’ tarzı bir oyuna dönmüş gözüküyor. Eğer ‘oyun’ iyi bir sonuçla biterse, hem Türkiye kazanmış olacak hem de kendileri bundan hiç kuşkusuz siyasi fayda elde edecek, seçim zaferi kazanacaklar.
Buna karşılık Meclis’teki iki muhalefet partisi, ‘oyun’un ‘kaybet-kaybet’ olarak oynanmaya devam edilmesinden yana.
Türkiye’nin dramı tam burada yatıyor işte. Sürdürülemeyeceği ve sonunda kaybedileceği biline biline statükonun, yani varolan durumun böyle ‘ne pahasına olursa olsun’ denilerek çılgınca savunulmasında...
Bu tarz bir savununun adı nasıl oluyor da ‘vatanseverlik’ oluyor, buna aklım hiç basmıyor.
RADİKAL