Kaynaklara Dönüş Kehanetleri

Kaynaklara dönüşü savunanlar açısından olmazsa olmaz şartlardan biri inandığı gibi yaşama gayretinde olmaktır. Şayet bunlar tefrik edilemiyorsa içinde debelenilen fikrî güdüklük had safhada demektir.

Asım Öz / Dünya Bülteni

Dünyanın dört bir yanında olmasa da, önemli bir kısmında İslâm, Müslümanlar, İslâmcılık vb. hayatî konularda hayli yoğun tartışmaların yapıldığını görüyoruz. Bununla birlikte az da olsa İslâm’ın günümüz insanına ne vaadettiği üzerinde düşünmeyi öne alma gayretinde olanlar da var. Hatta bu soruya verilen cevapların önemli bir kısmına itiraz edenler de. O yüzden, içinde bulunduğumuz süreç tam manasıyla bir geçiş süreci olarak adlandırılabilir. Geçişin çalkantısı söz konu olduğunda, radikalizmden reforma, sekülerlikten kitabîleşmeye uzanan farklı konulara dair karşımıza çıkan bulanık tartışmaları, yaşanan açmazları, anlamamıza yarayacak ayrıcalıklı prizma işlevi görecek bütünlüğe ihtiyacımız var.

Türkiye açısından bakarsak, yaşadığımız dönemde, İslâmî çerçevede öne çıkan konularda enteresan yaklaşımlar söz konusu. Akıl karıştırıcı bir endişe ile yeniden canlanan coşku arasındaki salınım çerçevesindedir var olan tartışmalar. Çoğu konuda karar anının geldiğini fakat kararın henüz verilemediğini söylemek yanlış olmaz. Karar anının nesnel durumu içinde, endişeyle modern geleneğe ricat etme arzusunun kabardığını ve bu durumun matbuat dünyasında daha çok görünür olduğuna şahit olmaktayız. Tabir caizse yıkıcı bir tonlama ile İslâmcılık dendiğinde sahiplenici bir dil kullananların pek çok isim, bunun detaylandırılması söz konusu olduğunda, (kaynaklara dönüş, İslâmcı figürler, tarih telakkisi gibi konularda serdedilenler okunduğunda görüleceği üzere), hemen bu alanın dışına çıkmakta bir mahzur görmemektedir.

İSLÂMCILIK İÇRE “ANTİ-İSLÂMCILAR”

Zira bahsettiğimiz yazarların önemli bir kısmı İslâmcı figürlerin savunduğu tecdit ile eyyamcıların çıkarlarına uygun düşecek şekilde telaffuz ettikleri birtakım zanların benzerliğinden yola çıkarak, İslâmcı fikirleri sürekli bir biçimde, gölgelemekten hoşnutluk duyarlar. Üstelik bunların birçoğu her türlü toparlanma işaretinin propaganda bülteni gibi olan yayın organlarında karşımıza çıkar. Gazeteler, dergiler ve kitap eklerini bu çerçevede anmakta bir mahzur yok. Kaptıkları gazete sayfalarında yahut uzatılan mikrofonlara en ufak bir anlama çabası içine girmeksizin aklına esen her şeyi söyleme hakkını kendilerinde gören söz konusu isimler, bir yanıyla öteden beri içlerinde bir ukde gibi duran hesaplaşma siyasetini güncelleştiriyorlar kanaatimce. Bunları sadece İslâmcı somutluğun yargılarının askıya alınmasıyla izah edemeyiz, bilakis palavrayla karışık bir “hınç siyaseti” de söz konusu. Hissiyattan kaynaklanan endişeli korku zamanlarında, din derslerinin varlığı bile “radikalizm” korkusuyla izah ediliyorsa gerisini siz düşünün artık. Tavizsiz İslâmî mücadele anlatısından önemli ölçüde ricat edildiği vasatta, İslâmcılığın savunduklarını olumsuzlaya dönük karşı hamlenin belirginleşmesi önümüzdeki on yıllardaki mücadele hattına ilişkin de bir şeyler söylemekte aslına bakılırsa. Bunun en somut örneği, İslâmî çevreler açısından 1960 sonrasında, çekim merkezi oluşturan isimlerin çok farklı kaygılarla örtük yahut açık bir biçimde yerilmesidir. Mesela Cemaleddin Afganî veya Muhammed Abduh hakkında yazılıp çizilenler “din tahripçiliği” ile “ajanlık” arasında gider geldiği göz önünde tutulursa, Osmanlı nostaljisi etrafında kabaran hissiyatın gölgesinde biçimlenen kanaatlerin hâlâ muhafaza edildiği düşünülebilir. O yüzden bütünleştirici bir ufkun yokluğunda, sosyal bilimler literatürü ile el ele giden “anti- İslâmcı” temayüllere bakılması medyatik şaklabanlıklardan daha faydalı olacaktır. Nedenleri ve sonuçlarıyla ayrıntılı olarak incelenmesinde bir zaruret bulunan, kaynaklara dönüş dili etrafındaki söylentilerin mutlaka mercek altına alınması gerekir. İslâmcı çevrelerin, kendi içlerinde bölünmüşlüklerinin, çeşitli fraksiyonlar oluşturmalarının ve bu doğrultuda biçimlendirdikleri “İslâmcı olmak” genel kabulünün dışında genel bir sorun bu.

Şüphesiz, bir mümin için İlâhî Kelâm’ı anlamak hayatî bir önem taşır. Çünkü bu kitap, insanlar için dosdoğru yolu, hayatta karşılaşması muhtemel büyük sorunlar karşısında nasıl bir çıkış bulunması gerektiğini gösteren tabir caizse “yoldaki işaretler”e dikkat çeken hayat kılavuzudur.  Kaldı ki, İlâhî Hitap'ta açıkça insanlar tarafından ayetlerinin anlaşılması gerektiği vurgulanmakta ve Arapça konuşan bir topluma anlamaları ve düşünmeleri için onların diliyle inzal edildiği ayrıca belirtilmektedir. Anlama ve düşünme amelinin gerçekleşebilmesi için Mushaf’ın farklı dillere çevrilmesi konusu gündeme gelmiş ve bu Müslümanların kültürel tarihinde son derece tabii ve pratik bir şey olarak görülmüştür. Esas olarak tercümelerin vahyin anlamını ne derecede diğer dillere aktarabileceği konusunda ortaya çıkan tartışmalar bir yana, insanları Kur’an’ı anlamaya çalışmalarından ötürü itham eden bir yaklaşımın itiraz götürmez bir telakki addedilmesi ciddi bir sorundur.

Zaten müminler Mushaf’ın anlamının başka bir dile olduğu gibi aktarılmasının zorluğunun farkında olarak, “bir kelâmın manasını diğer bir lisanda aynen ifade etmek” manasına gelen tercüme yerine, daha iddiasız bir kavram olan meal kelimesini kullanmaktadırlar. Hatırlanırsa, meal kelimesi, anlamı yorum ve bazı eklerle mümkün olduğu kadar tam olarak aktarma cehdini ifade etmektedir. Fakat tüm bu incelikleri unutarak veya görmezden gelmeyi tercih ederek, bir nakarat gibi üç beş yıl arayla belli klişelerin sanki ilk defa söyleniyormuşçasına tekrarlanması olsa olsa zihni kabızlığın neticesidir. Kaldı ki, bu ifadeler, okuma yazmanın ve genel kültür seviyesinin arttığının varsayıldığı bir zaman diliminde, bunun göstergelerinden biri olarak anılabilecek yayın organlarında söylenmektedir. Gerçi, Türkiye’de kaynaklara dönüş eğilimi oldukça yenidir. Üstelik gelişmesi de, sanılandan daha ağır darbelere maruz kalmıştır. Yanlışlar yapılmış, yanlış tecrübeler yanlış dinamiklerle hareketlendirildiğinden bunların faturası da ağır olmuştur. Bunlardan alınması gereken ibretlerin boyutları ve nitelikleri tespit edilmektedir de. Fakat bu hataların, eksikliklerin, güdüklüklerin hiçbiri dini üçüncü kişilerin tekeline bırakmanın gerekçesi olamaz. Kaynaklara dönüşü savunduklarını iddia eden bazılarının tavır, tutum, yaşama biçimleriyle eyyamcılar arasında önemli farkların olmaması da mazeret olarak ileri sürülemez. Zira kaynaklara dönüşü savunanlar açısından olmazsa olmaz şartlardan biri inandığı gibi yaşama gayretinde olmaktır. Şayet bunlar tefrik edilemiyorsa fikri güdüklük had safhada demektir. İlâhî Hitap’a muhatap olma ihtiyacı duyanların çoğaldığı 1990’lardan bu yana ortaya konulan kimi şeytanî niyetlerin farkında olarak karşımıza çıkan birtakım sorunlara dikkat çekmekle sürekli ve huzursuz bir biçimde felaket tellallığı yapmak arasında esaslı bir fark vardır. Kaldı ki bahsettiğimiz yıllarda Samirîlik, Kur’an’ı anlamanın önündeki en yeni engel mealcilik etrafında İslâmcı dergilerde yazılanlara bakıldığında birinden nur birinden kir akan ırmaklar kolayca fark edilebilecektir.

BATI TECRÜBESİ ÜZERİNDEN OKUMA “USTALIĞI”

Önce konuyla ilgili birkaç hususa değinerek birtakım işaretleri hatırlayalım: Sürekli olarak dile getirilen korkulardan ilki “İslâm’ın Protestanlaştırılması” ikincisi ise Osmanlı oryantalizmine değin varacak bir biçimde, tarihselliği var olan fakat her daim yası tutulan yorumun mutlaklaştırılması ve onun bugüne bir kurtarıcı olarak çağrılmasıdır. Bu çerçevede yazılan metinlerde, bir yandan, Batı merkezli okumaların çarpıklığı noktasında ısrar edilirken diğer taraftan, Batı’da ne olduysa aynısı burada da olacak şeklinde bir korku yaygınlaştırılmaktadır. Çağı okuyarak çağı aşmak söylevi sürekli bir biçimde çare olarak sunulmakta ancak tartışmayı fıkıh üzerinde sürdürmek yerine nedense yersiz korkularla kâbuslara davetiye çıkarıldığı görülmektedir. Batılıların sadece “Hz. Peygambere ve hadislere saldırdıklarını” söylemekle de indirgemeci davranılıyor aslında. Güya ondan sonra, sıra Mushaf’a gelecek ve bazı ayetler gündeme alınacak, diğerleri “saçma” kabul edilecek. Son kertede gündeme getirilmek istenen konunun şu olduğunu söyleyebiliriz:

“Kur’ân İslâm’ı" söylemi, geliyorum diyen en büyük felâketlerden biridir. İslâm’ı [P]rotestanlaştırma projesidir çünkü bu söylem.”

Dört başı mamur bir dönüşüm sürecinin çok çaba gerektirdiğinin farkında olmayanların kimi şeylere bağlandıkları bilinmiyor değil. Nicel birikimlerin nitel değişime yol açmayışın getirdiği hayal kırıklıkları şimdinin kaybını da beraberinde getirmişti. O yüzden, Kur’an İslâm’ı çerçevesinde “hurafe”lerin eleştirilmesinin oluşturduğu “hurafeler”den söz açmak yeni bir izah sunmuyor. 1990’ların ikinci yarısında, bir yanıyla yetmişli yılların sonundan itibaren yararlanılan geleneksel ekolden, bir yanıyla da “melankolik milli” olarak anılması mümkün olan çevrelerden tevarüs edilen temalarda karşımıza çıkan zayıf bünyeli eleştiriler farklı bir tarzda neredeyse aynen günümüzde de ifade edilmektedir:

“ Şunu iyi bilelim: Kimseden çekmedi bu din, hurafe temizliyoruz, diyerek zihninin çağdaş hurafelerle iğdiş edildiğini göremeyen çapsızlardan çektiği kadar!”

Bu bakımdan, İlâhî Kelâm’ı anlama tartışmalarına benzer şekilde selefilik eksenli yazılarda da ciddi problemler göze çarpmaktadır. “Radikal İslâm” tabirinin, çok boyutlu, çok katmanlı ve uzun süreli bir olgu olduğu da dikkate alınmadan herkes alelacele bir şeyler yazıyor ve bunları dergilerin kapağına taşımaktan çekinmiyor. Kaldı ki, henüz bu konunun artılarıyla eksileriyle değerlendirilebildiği söylenemez. Türkiye’deki İslâmcılık araştırmalarında selefilik konusu, ya sadece siyasî veçhesiyle ya da İslâmî yorumları açısından ele alınarak meselenin farklı boyutları göz ardı edilmiş, adeta tek eksenli bir olguya indirgenmiştir. Ana akım medya başta olmak üzere neoselefilik ekseninde yazı yazanlar ise meseleyi sadece silahlı iki örgüt üzerinden irdeleme yoluna giderek bahsedilen konunun karmaşıklığını anlamaktan kaçınmayı tercih etmişlerdi. Belki burada bir ara soru olarak şu sorulabilir: İktidar çevrelerine hitap eden dergilerle örneğin Mesele hatta Bilim ve Gelecek türü dergilerin IŞİD'i anlama ve analiz etme biçiminin üç aşağı beş yukarı aynı olması da ilginç bir şey değil midir? Kötülenen radikal İslâm’ın hangi isimleri barındığını anlamak için kısa bir araştırma yeterde artardı bile. 1990’lardan itibaren yapılan İslâm devleti eleştirilerinin de muradı ne olursa olsun, sinik bir yaklaşım içerdiğini bundan dolayı özünde ricati yansıttığı kanaatindeyim. İslâm devleti meselesini tarihselleştirmek isteyenlere sadece şunu hatırlamak isterim: İslâm tarihi araştırmalarında özellikle 650’li yıllar söz konusu olduğunda “İslâm Devleti” tabirini kullanan çalışmaları ne yapacağız o zaman? Demek ki,kavramın kullanımı bir olguya, gerçekliğe tekabül ettiği için kullanılmış, kullanılmaya devam ediyor. Elbette içinde bulunduğumuz vasatta karşımıza çıkan siyasî ve dinî gelişmelerin bıraktığı izler ciddi biçimde tahkike muhtaçtır ama bu şekilde değil. Durumu yorumlamanın o kadar kolay olmadığını anlamak zorundayız. Bu çerçevede kaleme alınan bir yazıdan başka bir alıntıyla devam edelim:

“ Neo-selefîlik, İslâm’ı [P]rotestanlaştırma projesinin bir uzantısıdır. En fazla öne çıkarılan söylemi ise, ‘Kur’ânİslâm’ı’söylemidir. Bu söylemin ne kadar tehlikeli olduğunu görebilmek için Batı’da Protestanlığın hikâyesine bakmak gerekiyor.”

Şüphesiz yaşananlar Batı tecrübesi ile Müslümanların tecrübesini özdeşleştirmek şeklinde ele alınınca, mesele büsbütün çatallaşmakta en azından çözümsüzlüğe doğru yuvarlanmaktadır. Dolayısıyla sonuçta karşımıza benzerliklerden hareketle bir aynılık durumu konulmaktadır. Oysa İlâhî Kelâm’a dönüşün temel ilkelerini özümsemiş, gücü ölçüsünde bu ilkelere yerleşiklik kazandırmış ve bunlar üzerinde istikametini sürdürenlerin varlığı inkâr olunamaz. Şüphesiz bunlardan söz etmek bu yazının sınırlarını aşacaktır. Ancak şu kadarı söylenebilir: 1980 sonrasında kaleme alınan yahut tercüme edilen eserlerde bunların gerekleri zaten zikredilmiştir. Çağdaş İslâmcılığın “klasikleri” olarak anılmasında mahzur olmayan Kur’an’ı anlamak konulu bu eserleri gerçekten özümsemiş kişilerin meseleleri anlamasıyla, yaklaşım biçiminde tepkiselliği bariz olan müelliflerin farklılığı ortadadır. Tüm bunları bir kenara bırakarak, yanlışların tümünü bazı kişilerin yanlışlarını bahane ederek, sadece bir söylemin üzerine yıkmanın kolaycılığını anlamak açısından şu satırları birlikte okuyalım:

“Kur’ân İslâmı’nın ne kadar tehlikeli bir söylem olduğunu söylerken, İslâm’ı [P]rotestanlaştırıcı, sonuçta İslâm"ı paçavraya çevirecek bir söylem olduğunu söylemiş oluyorum.

Anlama kıtlığı çekeceklerin zannedecekleri gibi, Kur’ân’ı devre dışı bıraktıracak bir şey söylemiş olmuyorum. Aksine, ‘Kur’ân İslâmı’ söylemini dillendirenlerin, Kur’ân’ı devre dışı bırakacaklarına dikkat çekmiş oluyorum.”

1980’li yıllarda Amerikan basınında öne çıkan, çağın hızına uygun olduğu varsayılan “compact” metinlerin yoğunlaştırılmış metinlerine benzeyen bu tarz ifadeleri sıkça duyuyoruz. Hızdan şikâyet eden fakat hızı kollayan bu tarz metinler insanı derinleşmekten alıkoyan hemen her şeyde olduğu gibi özünde yüzeyselliği yansıtır. O yüzden diyorum ki, günümüzde İslâmcılığın detaylandırılması şeklinde özetleyebileceğimiz meseleler geri plana atıldığından bir türlü tepkici bir dilin ötesine geçilmesi mümkün olmamaktadır. Herkes kendi “İslâmcılığı” adına, İslâmcılığın olmazsa olmaz düsturu olan kaynaklara dönüş düşüncesini şu ya da bu zaviyeden pejoratif bir dille yargılama hakkını kendinde görüyor. Burada hususen şunu da ayrıca kaydetmemiz lazım: Bir dönem mecazen kullanılan/başvurulan “Kur’an İslâm’ı” tabiri sonraki yıllarda başka amaçlar için araçsallaştırılmaya başlandığında zaten eleştiri konusu edilmişti. İlk başta burada kastedilen, mecazi anlamda Müslümanların İlâhî Vahy’e dönerek hayatiyet kazanmalarıdır. Diğer taraftan 1970’lerin sonundan bu yana bir başkalık imkânı olarak Müslüman’ca düşünme konusuna sıklıkla temas edilmektedir. Fakat bu düşünme tarzının kaynakları, öncelikleri ağırlıklı olarak kaynaklara dönüş yaklaşımına mesafeli hatta zıttır. O yüzden daha farklı sorularla tartışmayı sürdürmek mümkün. Zira Müslüman’ca bir zihin ve idrakten yoksun olduğumuzun tekrarlandığı bir zaman diliminde yaşadığımız ifade ediliyor. Üstelik bunun ne zaman biteceği kesinlikle belli değildir. Şayet bu “bitimsiz” zaman diliminde, Kur’ân’ı sadece mevcut seküler zihin ve algılama biçimleri üzerinden algılamaktan kurtulamayacaksak yani “zihinsel hicreti” gerçekleştiremeyeceksek bu başlı başına büyük bir fikri çıkmaz değil midir?

Bir yandan “dindarlık zamanlarına” övgüler düzeceğiz öte yandan durmadan hayattan kaçarak meseleleri ertelemek zorunda kalacağız. Bu başlı başına büyük bir tenakuz değil midir? Kaldı ki, mesele sadece algı boyutuyla ele alınsa bile, bu algının diğer metinlerin- burada hadisler mesela- anlaşılması için de gündeme alınması gerekmez mi? Oysa mümin İlâhî Kelâm’a yönelirken nasıl bir yöneliş içinde olduğunu bilecek kadar ayık bir zihne sahiptir. Değilse, zaten mükellef değildir. Zihinsel hicret madem bu kadar zor, o zaman modern zamanlarda imtihan edilmekten dolayı başka sorgulamalar gündeme gelmez mi? Şüphesiz bu sorular çoğaltılabilir fakat meramımızı anlatmak açısından bu kadarı yeterli olur sanırım.

Tabii bu meselelerin usulü bilinmediği için, “Kur’an’ı “anlayabiliriz", diyenlerin parçalanmaya sebep oldukları/olacakları vehmediliyor ve Peygamberi devre dışı bıraktıkları türünden zanların durmadan tekrar edilmesinde bir sakınca görülmüyor. İki farklı yazıdan iki örneği okuyalım:

“Sonuçta, Her kafa Kurân’ı yorumlasın, neredeyse kelle sayısı Kur’ân çıksın. Nifak çıksın ve insanlar dinden uzaklaşsın, kaçsın!”

(…)

“Batılıların, Kur’ân"a değil de, Hz. Peygamber"e saldırmalarının, hadisleri tartışmaya açmalarının temel nedeni, Peygamber''i devre dışı bırakmak ve insanların kafalarına göre din icat etmelerinin ve dini paçavraya çevirmelerinin kapılarını sonuna kadar açmaktır.

Müslümanların yaşadıkları ikinci büyük medeniyet buhranı, İslâmî zihin ve idrak biçimleri ve yerlerini yitirmeleriyle sonuçlandı.

Müslüman zihninin ve idrakinin yok olduğu, Müslümanların, İslâm"ın çağrı"sının kurmadığı bir çağ"ın ağları ve bağları, bağlamları ve kavramları ile konuştukları, bunun farkında bile olmadıkları bir dilsizlik ve yersizlik ortamında, “Kur’ân İslâm’ı”ndan söz etmek, geri dönüşü zor büyük bir felâketle sonuçlanır sadece.”

Bu ve benzeri felaket tınılı ithamların dökümü yapıldığında karşımıza çok kabarık bir yekûn çıkacağı kesin. En azından bu tür suçlamalara şahit olunduğunu bilenler, sözünü ettiğimiz tavrın, bir ıslah niyeti taşıyan tutarlılıktan ziyade tahkir etme olarak yürürlüğe konulduğunu hatırlayacaklardır. Üstelik bu, pür İslâmcılık adına yapılmaktadır. Oysa bu tür eleştirileri İslâmcılığı karikatürize ederek “haçlı seferi düzenleyenler” daha tafsilatlı bir biçimde yapmaktadırlar.  Bunlar biliniyor şüphesiz ama bu kolaya kaçma tavrının neticesi olan söylentilerin, hareketliliğini yitiren düşünce ortamında gevezelik değil fikir olarak hâlâ karşılık bulması oldukça hazindir. Şüphesiz, anlamak yerine hiddet ve düşmanlık ateşini tutuşturan bühtan siyasetinin nereden kaynaklandığı sorusu Türkiye’de İslâmcı aydın olarak öne çıkan pek çok aydının zihin dünyasının da anlaşılmasını mümkün kılacaktır aslında. Bunun “büyük korku”yla ilintili olup olmadığı şimdilik çözülmesi güç bir meseledir. Bununla beraber, 1960’lı yılların sonundan itibaren yaygınlık kazanan suçlayıcı, yargılayıcı dille alakalı olduğu kuvvetle tahmin edilebilir. Bir vakitler hoca şimdilerde ise entelektüel vasfını tapulu malları olarak görüp bunu kimseye kaptırmak istememe tutumu bu çerçevedeki süreklilikleri anlaşılır kılabilir. Bu noktada şunu da belirtmeliyiz ki, bu alanda yapılacak yeni çalışma ve araştırmaların satır aralarında bizlere daha ilginç ve orijinal bilgilerin saklı olduğunu gösterecektir. Fakat şurası kesin; bu kişiler, kaynaklara dönüşün temel yönelimlerini ayırt edemeyecek bazı bilgilerden mahrumdurlar. Ayrıca bu kişiler “İslâm medeniyeti” olarak övüp durdukları mirasın vahyin başka dillere tercüme edilmesi konusunda sergilemiş olduğu müsamahalı yaklaşımdan habersiz görünmektedirler. Bildiğim kadarıyla Müslümanların tarihinde modernizmin devlet eliyle dayatıldığı devirden evvel, Arap olmayan ve Arapça bilmeyenler de İlâhî Hitab’ın içeriğinden haberdar olmak için kendi dillerini kullanmışlardır. İşte bu yüzden, vahyin mesajının anlaşılması, kavranması ve manasına nüfuz edilmesi sürecinde tercümelerden istifade edilmesi dinen caiz görülmüştür. Yani vahyin başka dillere tercümesine kimse karşı çıkmamıştır. Muhammed Hamidullah hocanın çalışmalarının da yardımıyla biliyoruz ki, bundan dolayı dünyanda konuşulan dillerin pek çoğuna Mushaf’ın tercümeleri yapılmıştır. Türkiye açısından bakarsak şu tespiti yapabiliriz: Öteden beri herkes meallerle bir şekilde içli dışlı oldu fakat bu konuda kitlesel olarak en büyük tesiri “lisan-ı Arap’ta pek çok maharete” sahip Muhammed Esed tarafından kaleme alınan ve bazı bölümleri daha evvel Kelime dergisinde neşredilen Kur’an Mesajı meydana getirdi. Esasında tercüme bir meal olsa da, bu çalışmanın, olabildiğince Türkçenin güzelliğini ortaya koyan nadir eserlerden biri olarak anılması abartılı olmayacaktır. Bu sebeple kültür tarihi bakımından da üzerinde durulması gerekir.

Türkiye’deki İslâmlaşma tecrübesini göz ardı ederek sürekli negatiflik üretmenin gündelik basına yansıyan pek çok boyutu var: “[O]ryantalistlerin iki asırdır neden Kur’ân’a değil de Efendimiz’e ve hadislere saldırdığını bihakkın idrak ederek bu yolculuğa çıkabiliriz ancak” türünden cümlelerde yansısını bulan tortular bir kehanet olarak karşımıza çıkıveriyor. Oysa bu cümlede savunulanla yerilen arasındaki tutarsızlık başlı başına incelemeye değer bir konu değil midir? Alıntıladığımız satırların yazarı, aslında farkında olmaksızın erteleyerek var olan dekadan durumun tek müsebbibi olarak Kuran'ın dinin temel referansı olduğunu daha gür bir biçimde dile getirenleri tahfif ederek çok  ciddi bir hata yapıyor. Hemen her şey söyleniyor fakat kuru bilgi kaynağından sürekli şikâyet etmenin meydana getirdiği çoraklık ise nedense bir türlü söylenemiyor. Hem kültürel çölden yakınanların aynı zamanda bunun bir parçası olduğu hatırlatmasını birilerinin mutlaka ama mutlaka yapmasının zamanı gelmedi mi artık?

Hâlbuki gözü kapalı bir biçimde zanlarla hareket eden cafcaflı sözleri muteber görmek yerine -klişeye dönüşmüş olsa bile- hakikat fikri ve yolcusu için her an başvurulacak bir kitap değil midir İlâhî Kelâm? En azından vahye muhatap olanlar tevhidle monizmin farkını bilecek kadar donanımlıdırlar. Dikkatle okunduğunda görülecektir ki, yozlaşmaya ve çürümeye sebep olanın ne olduğunu anlamak için öncelikle çatıları çökmüş tütün deposunu andıran hâne sahiplerinden uzak durulmalıdır. Neticede heva ve heves kökenli yanlış bakış ve tutumların oluşturduğu bulanıklığı büyük ölçüde giderecek olan, İlahî Kelâm’ı gücü ölçüsünde özümseyip elinden geldiğince yaşamaya çalışmaktır. Donanımlı olmanın önem ve gerekliliğinden çark ederek, “durun burası çıkmaz sokak” türü söylentilerle insanları temel eserlerin okunup anlaşılmasından çevirmeye çalışmak yanlıştır. Bu yüzden, Allah kelâmının mahiyet ve muhteviyatını anlamaya dönük çabalar okuyanı mutmain kılacak meallerle de devam etmelidir. Yapıcı olmak kaydıyla tenkit geleneği ihmal edilmemeli fakat bu felaket tellallığı boyutuna varmamalıdır.

Yorum Analiz Haberleri

Devrim ile derinleşen kardeşlik: Suriye & Türkiye
Meşru olanı savunursan karşılığını elbet görürsün!
Türkiye solu neden hala Esed rejimini savunuyor?
Sosyal medyada görünürlük çabası ve dijital nihilizm
İran aparatlarının komik antipropagandalarına vakit ayırmak bile coğrafya için zaman kaybı...