Okumuş kesim arasında Türkçülük ve Garplılaşma akımlarının yaygınlaştığı Osmanlı Devleti’nin son döneminde yayınlanan Sebilurreşad Mecmuasında rahmetli Mehmed Akif sıklıkla Müslümanların ümmet dayanışmasından uzaklaşan halinden ve kavmiyetçilik sapmasından bahseden uyarıcı yazılar kaleme almıştır. Akif, kavim aidiyetinin fıtri bir duruma; kavmiyetçiliğin ise cahili bir şirk tutumuna işaret ettiğine sürekli vurgularda bulunmuştur. O dönemdeki kamuoyunun keyfiyetini şu mısra ile tasvir etmiştir: “Müslümanlık nerede, bizden geçmiş insanlık bile”.
Akif, 20 Haziran 1912 tarihli Sebilürreşad’ta “Din Bağı Kardeşliği Olmazsa, Dağılırız”[1] başlıklı yazısında Keşfü’l-Hafâ‘da[2] geçen şu hadisi aktarmıştır: “Müslümanların haline aldırmayan, Müslüman değildir.”
Kabile ve kavim bağı ile ilişki kurabileceğimiz Hucurat Sûresi’nde de mealen şu ilahi hitap yer almaktadır: “Ey insanlar! Sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanışmanız için / teâruf için sizi kabilelere ve şû’b / halklara ayırdık. Allah'ın yanında en kerim olanınız, en çok takva sahibi olanınızdır. Kuşkusuz Allah, her şeyi Bilen'dir, her şeyden Haberdar'dır.” (49/13)
Bu ayet-i kerime açıkça gösteriyor ki insanların halklara, kabilelere ayrılması; neseplerin birbiriyle karışmaması, her şahsın tarihteki biyolojik hüvviyetinin malum olması içindir. Zaten bu bağlamda Rabbimiz Rum Sûresi’nde de “Dillerimizin ve renklerimizin farklı olmasını Kendisinin kevni ayetlerinden” olduğuna işarette bulunmuştur (30/22). Yoksa kabilelere ve halklara ayrılmamız babalar ile, atalar ile tefâhur etmek yani övünmek için değildir.
Nesebin esasta üstün bir değer taşamadığını bildiren birçok ayeti kerime ve hadis-i şerif mevcuttur.
Hucurat Sûresi’ndeki ayet-i celilenin girişinde belirtildiği gibi hepimiz, eşit olarak bir erkek ile bir dişiden yaratıldık. İlk erkek ve ilk dişi de Nisa Sûresi’nin hemen başında belirtildiği üzere nekre olarak kullanılan (yani eril veya dişil olarak kullanılmayan) bir “nefis”ten yaratılmıştır ve erkek ve dişiler ondan çoğalmıştır. Dolayısıyla ilk geldiğimiz süreç su-toprak ve nefisten yaratılmamıza işaret eder; daha sonra da her birimizin bir nutfeden, bir ana bir babadan doğduğumuz gerçeğine muttaliyiz. Yüce Kitabımıza göre ilk insanlık tek topluluktu (2/213). Bu konuda bütün insanlık yaratılış itibariyle aynı köktendir ve birbirlerinin fıtri olarak insan kardeşleridir.
Bizleri “bir erkek ve bir dişiden yaratan” Rabbimiz, “Birbirimizle tanışmamız için / teâruf için bizi kabilelere ve şû’b / halklara ayırdı.” Arapçada insanın kafatasını meydana getiren kemiklere kabile deniliyor. Kabilelerin birleşip bitiştiği eke de şa’b deniliyor. Şa’b kabileleri ifade etmektedir.[3]
Aile ise, kadın ve erkekten oluşur ve en az iki kişi ile kurulur. Aile, alternatifi olmayan sosyal örgütlenme biçimidir. Büyük aileye veya on kişiden fazla akraba veya kan bağı olan topluluğa ise aşiret denir. Kabile aşiretler toplamı olan renk, dil, soy birliğidir. Kabilenin çoğulu ise kabaildir. Şû’b ise birden fazla kabileyi/kabail’i veya yine birden fazla kavim yani değişik saiklerle etrafında toplanılan ve onunla korunulan sosyal kümeyi ifade eden şa’b veya halk ifadesini karşılar. Bu Resullerle başlayan insanlık tarihinin tabii sosyolojisidir. Ya da Batı dışı ilerlemeci bir sosyoloji değildir. Fıtri ve evrensel bir sosyal ilişkiler manzumesini ifade eder.
Fıtri ve cihanşümul toplumsal tarihin seyri içinde halklar ve kabileler arasındaki farklılıkların sebeb-i hikmeti, teâruftur. Teâruf yok sayıcı, ezici, zulmeden veya vesayet altına alan bir tartışmayı veya rekabeti değil, karşılıklı tanışma ve müzakereyi ifade eder. Teârufla amaçlanan muahede yani anlaşma imkânı veya sözleşmedir.
Her birimiz Rabbimizin ve Resulullah Muhammed (a)’ın sila-ı rahim, şefkat-merhamet ve yardım anlamında ilgi göstermemizi istediği bir akraba çevresine, büyük aileye veya aşirete, kabileye mensubuz. Bağlı olarak toplumsal aidiyet duyduğumuz bir cemaate, fikri ekole, istikameti olan bir etkinliğe veya mezhebe yani bir topluluğa ya da kavme mensubuz. Aileden başlayan bu tarz fıtri toplumsal aidiyetler, sosyal ilişkilerimizi motomot ve hayatımız boyunca tek tip olmaktan kurtarıp erdem, fazilet, adalet, huzur ve takva temelli niteliksel bir seviyeye yöneltme eğiliminde olmalıdır.
Eğer hak, adalet ve takva ölçülerini ve şer’i hudutları gözetmeden bu sosyal ilişkileri nefsaniyetle, bencil bir akılcılık ve şeytani bir çıkarcılıkla veya grup taassubu ve asabiye duygularıyla tatmin etmeye kalktığımızda kabilecilik, kavmiyetçilik, aşiretçilik, cemaatçilik, mezhepçilik gibi kötücül tutumlar, müfsid eğilimler ön plana çıkar.
İbn Abidin’in Reddul Muhtar’ında belirtildiği üzere Ebu Hanifeye göre kavmiyetçi insanın cenaze namazı kılınmaz. (I. Cilt)
İmam Şafi’nin El-Umm’da belirttiğine göre (VI. Cilt) “Söz ve fiili ile kavmiyetçiliği esas alan kimsenin şehadeti kabul edilmez. Bu tip insanların mahkemedeki şehadeti merduttur. Zira o kişi, haram olduğu hususunda İslam Alimlerinin hiçbir ihtilafı bulunmayan bir günaha bulaşmıştır.”
İçinde kendisini tebâsı olarak bulduğumuz toplum biz Müslümanlar için farklı kavim ve kabâilden oluşan Türkiye halkları yani Türkiye şû’b’u ya da resmi bağlamda Türk halkı veya Türk şa’b’ıdır. Yani burası tarihi coğrafya adıyla Ön Asya veya Küçük Asya, -Batılıların verdiği adla Turkia veya Anatolia- üzerinde yaşayan kadim Müslüman halklardan oluşan Arap Müslimlerden, Rum-Ermeni-Gürcü-Zaza Müslimlerden; sonra da Kürt-Oğuz/Türkmen-Laz-Çerkez-Boşnak-Arnavut-Pomak gibi Müslim halklardan oluşan Müslüman kavimler mozaiği, veya Müslüman kavimlerden oluşan bir halktır. Bu kavmî küme çoğunluk itibariyle Müslüman Türkiye şa’b’ı/halkı veya Müslüman Osmanlı bakiyesi bir halk ya da Ön Asya veya Anatolia Müslüman halklar birliğidir.
Ama gerek Lozan Anlaşmasında Emperyalist İtilaf Devletleri gerek işbirlikçi Türkçü-Batıcı kadrolar resmi ideoloji olarak bu topraklar üzerinde yeni ve kurgusal bir Türk ulusunun icadına vesile oldular. Kurucu lider Mustafa Kemal’e de bu ulusun Atası anlamında Atatürk ünvanını verdiler. O Atatürk ki yeni ideolojinin toplumsal inşasını “Bir ümmetten bir millet/bir ulus yarattık” sloganıyla özetledi. İslam’a ve Şeriat’a ait tüm üst değerler tasfiye edilmeye çalışıldı; onun yerine asortiklik, çıplaklık, teşhircilik, alkol, kumar, faizcilik, kayırmacılık, zina, seküler tapınma biçimleri, ulus değerleri kutsama ritüelleri, haram olanı meşrulaştırma gayretleri gibi Batılı dünya görüşünün değer verdiği çeşit çeşit rezillikler, günahlar zorunlu milli eğitim müfredatından sivil ve asker bürokrasiye kadar yaygınlaştırıldı.
Mehmed Akif’in “Din Bağı Kardeşliği Olmazsa, Dağılırız”başlıklı yazısında olduğu gibi içinde yaşadığımız Türkiye halklarının ortak harcı olan din rabıtası ve uygulanmaya çalışılan şer’i hükümler maalesef ki tasfiye edilmeye çalışıldı. Türkiye Müslüman halklarının ortak paydasının gerek kitleler, gerek resmi uygulamalar olarak ihmal edilmesi veya tasfiye edilmesinin cezasını daha ukbada/Ahirette görmeden, dünya hayatındaki hüsranı ile karşılaşıyoruz. Kavmiyetçilik bölünmenin başat nedenlerindendir. Kavmiyetçiliğe hatta ırkçılığa kapı aralayan zaaf, ihmal ve ihanetlerin nedenleri de Müslümanların yeniden tecdid-i iman etmeleri, İslami bilinçlerini geliştirmeleri; yeniden iman etme ve kardeşliklerini pekiştirme mükellefiyetleriyle irtibatlıdır.
Osmanlı İttihad Terakki dönemi Türkçülüğü 5 bin yıllık pagan Orta Asya’ya dayanan sarı ırk kavmiyetçiliği; Atatürk milliyetçiliği de 7 bin yıllık pagan Hitit ve Sümerlere dayanan beyaz ırk kavmiyetçiliği teorisine dayanıyordu. Maalesef ki İslami kültüre ilgisini muhafazakâr bir felsefeyle devam ettirip yeni Türk ulusuna veya Türk kavmiyetçiliğine ayak uydurmaya çalışan bazı mukaddesatçılar veya dindarlar da 1000 yıllık bir tarih seçeneği ile daha sonra da Milli Görüş gibi Müslümanların kültürel-dini geleneği ile seküler milliyetçiliği ya da ulusçuluğu sentezleyen bir terkiple dini havzaları ve Müslüman gençleri büyük ölçüde kimliksel olarak yönlendirmiş oldular. Bin yıllık tarih algısı veya Milli Görüşcülük tabii ki ırkçılıktan beslenen ve İslam düşmanı pagan Türkçülüğün abartılı yanlarını törpülemeye çalışıyordu; ama bu çabalarının yanında kavmiyetçiliği besleyen cahili milli/ulusal kutsalları da bilinçli veya bilinçsiz şekilde içselleştirmiş oldu.
Kavmiyetçilerin şer köprüsünü geçinceye kadar uzlaşma taktikleri uygulayanlar Kur’an’daki ve Resulullah (s)’den intikal eden hadislerdeki kavmiyetçilik asabiyesi/hamiyeti ile ilgili uyarıları pek ciddiye almadılar. Ve maalesef ki resmi ideolojinin döşediği raylar üzerinde insanlığa, Türkiye halkına ve Müslümanlara alan açmak için siyaset yapan politikacılar, uzlaşmaya dayanan taktiklerini, oylarını almaya çalıştıkları dindar kitlelere de telkin edip aşılamaya çalışmaktadırlar.
Cumhuriyet rejimi kurulduğundan beri seküler-laik Türk ulus kurgusunu kabul etmeyen Müslüman önderleri, alimleri katleden, sürgünlere ve mahrumiyetlere uğratan resmi Türk ideolojisi ve ırkçı asabiye, daha 2000’li yılların başında AK Parti iktidarı döneminde büyük şehirlere taşınan ve bu toprağın mukimlerinden olan Kürtçe konuşan insanlara karşı “Ya Sev Ya Terk Et” mottosuyla hem nefret suçu işledi hem fiili saldırılarda bulundu. 10 yıldan bu yana bu nefret suçu Osmanlının dünkü Halep vilayetinden veya Bilad-ı Şam’dan yani Suriye’de Rus ordusu ve İran milislerinin katliamından kaçıp -Ukrayna’da Rus ordusu ve Çeçen milislerinin katliamlarından kaçıp Avrupa ülkelerine sığınan milyonlarca Ukraynalı mülteci gibi- Türkiye’ye sığınan 3-4 milyon Suriyeli ile Türkiye Müslümanları birlikte yaşıyor. Şimdi Avrupa’daki dazlaklar gibi Türkiye’deki ırkçı dazlaklar da, PKK politika kurucuları da, beyaz ırkçı Kemalistler ve sarı ırkçı Türkçülerle birlikte hem ideolojik ırkçılık olarak hem politik seçim malzemesi olarak Suriyeli mültecileri ve diğer sığınmacıları ötekileştirmeye çalışıyorlar; ölüm ve açlık tehlikesi yaşanan geldikleri topraklara bu insanları geri göndermek, geri iteklemek istiyorlar.
Bunlardan daha acısı ise milli ve dindar politikacıların; bürokrasi hatta camii cemaati içinde yer alan Bin yıllık tarih ve Milli Görüş ideolojilerine mensubiyeti olan dindarların bu ideolojilerde içkin bulunan kavmiyetçi bencillikten ve asabiyeden büyük ölçüde kurtulamamış olmalarıdır.
Hele tevhidi uyanış sürecinden etkilenen eski dava adamlarının da reel-politikanın icapları doğrultusunda mültecileri ötekileştiren ve kavmiyetçiliğe kapı aralayan bu söylemin rüzgârına zaman zaman kapı aramaları oldukça üzücüdür.
Ve dolayısıyla da hâla Türkiye’de kamuoyunu ve fikrî değişimi oluşturacak, tebliğlerinde etkili olacak düzeyde yeterli İslamî perspektif, söylem ve şahidlik öbeğinin oluşturulmasına ihtiyaç vardır.
Ebu Davud’un aktardığı hadis rivayetine göre “Kavmiyet gayreti güdenler bizden değildir.”[4] İbn Hanbel’in Müsned’inde rivayet edilen diğer bir hadis-i şerife göre de “Ne Arabın Arap olmayana, Ne Arap olmayanın Araba; ne siyahın beyaza ne beyazın siyaha üstünlüğü yoktur. Üstünlük takvadadır.”[5]
Irkçılarla, Türkçü, Kürtçü ve ulusalcı asabiye içinde olanlarla tabii ki gücümüz yettiği oranda ikna temelli akidevi müzakere ve tartışmalarımızı sürdürüp ikna imkânlarını oluşturmaya çalışmalıyız. Gerektiğinde başka mücadele türlerine de başvururuz…. Ama onlardan daha önemlisi politika arenasında, sivil teşekküllerde ve cemaatlerde İslami aidiyet inancı veya yönelimi içinde olan insanlarımızın kimliksel arınmalarına yardımda bulunma cehdimizdir. Onlara özellikle Müminin Sûresi’ndeki “Sura üflendiği zaman bütün soy-sop unsurları yok olup gidecektir” (23/101-103) hakikatini hatırlatacak ayetleri hatırlatmamız gerekir.
En hayırlı ve önemli değer ve tutumu, başta belirttiğimiz ayeti kerimenin son cümlelerinden öğreniyoruz: “Allah'ın yanında en kerim olanınız, en çok takva sahibi olanınızdır.”Tabii ki bu haslet Rabbimizin vahyi bilgisini Resullerin izinde doğru kavramamıza ve amel etmemize bağlıdır. Takva Allah’tan “haşyet” içinde yani hürmet ve sevgi içinde korkmaya, haramlardan ve haram dışında şüpheli şeylerden kaçınmaya, korunmaya bağlı bir ameldir. Buhari ve Müslim’in müştereken bildirdiklerine göre “İnsanların en hayırlısı, Allah’tan en çok sakınıp korkandır.” [6]
Muhammed (a) Mekke’nin fethinde Kâbeyi tavaf ettikten sonra Tırmizi’nin rivayet ettiğine göre şöyle bir konuşma yapmıştır: “Ey insanlar! Allah sizden cahiliyye devrinin kibirlenme ve atalarla övünme adetini kaldırıp gidermiştir. İnsanlar iki guruba ayrılır: Bir gurup takva sahibi, dindar ve Allah katında değerli olan; diğeri günahkâr, isyankâr ve Allah katında değersiz olan kimsedir. Yoksa insanların hepsi Âdem’in çocuklarıdır. Allah da Adem’i topraktan yaratmıştır.”[7]
Rabbimiz bütün İslami duyarlılık sahibi kardeşlerimizin tevhid ve ümmet bilincini/bilincimizi pekiştirsin. Bizleri bu doğrultudaki ıslah çabalarının taşıyıcılarından eylesin. Rabbimiz bizleri ulusçuluk, ırkçılık, laiklik, sekülerlik gibi çağımızın modern hastalıklarının ifsadından beri kılsın ve bu tür müfsid eğilimlerin engellenmesinde bilincimizin ve emeğimizin zindeliğini artırsın. İnşaallah.
[1] Mehmed Akif Ersoy, Tefsir Yazıları ve Vaazlar, DİB Yay., 2013, Ankara.
[2] Şafii fıkhı uzmanı Acluli, bu eseri 18. yüzyılın başında Halk arasında hadis diye yaygın olan rivayetlerden hangisinin sahih hadis, hangisinin uydurma rivayet, vecize, atasözü, hikmetli söz olduğunu belirlemek amacıyla derlemiştir (TDV İslam Ansiklopedisi, C.I, 1988).
[3] Elmalı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yay., İstanbul, C. VII.
[4] Ebu Davud,Kitâbu’l-Edeb, 121.
[5] İbn Hanbul, V, 411.
[6] Buhari, Enbiya, 8; Müslim, Fezail, 168.
[7] Tırmizi, Tefsir, 49/5; Ebu Davut, Edeb, 110.