Katliam ve Zulmü Akademik Birikim ve Belagatla Örtmek!

​​​​​​​Yeni Şafak’taki köşe yazısında Mahmud Erol Kılıç’ın yaptığı şey, Halep’i kan gölüne çevirip, Suriye’yi tarumar eden zalimlere tavır almak yerine bin dereden su getirerek meseleyi anlaşılmaz hale getirme çabalarına taze bir örnek oluşturmakta.

HAKSÖZ HABER

Esed zalimini ve arkasındaki asıl güç, asıl patron olan İran’ı açıktan kollama cesareti gösteremeyenlerin en sık başvurduğu taktiğin, sorunu emperyalist güçlerin, dış odakların üzerine atmak ya da İslam Ümmetinin cahilliğinden, akılsızlığından dem vurmak olduğu biliniyor. Bu arada suçu taraflar arasında eşit bir şekilde bölüştürerek asıl sorumluyu gizleme, perdeleme çabası da eksik olmuyor elbette. Prof. Mahmud Erol Kılıç’ın yazısı da İslami camiaya hitap eden medya organlarında sıkça karşılaştığımız bu tür çabalardan biri olarak karşımıza çıkıyor. Tevhid akidesiyle tepeden tırnağa sorunlu bir sapkın şahsiyet olan Muhyiddin Arabi uzmanı ve hayranı da olan Mahmud Erol Kılıç’ın yazısı bunca zulmüne, vahşetine rağmen dolaylı biçimlerde İran’ı kollama gayretlerinin içerdiği kurnazlık ve sefaleti de yansıtmakta. Yazıyı baştan sona okuyun ve bakın İran ile ilgili kıytırık şikayetler haricinde herhangi bir eleştiri görebilecek misiniz?


Güzel Suriye sahi sana ne oldu? / Mahmud Erol Kılıç

Bir zamanlar sözleri Çolpan'a ait “Güzel Türkistan sana ne oldu - Sebepsiz vakitsiz güllerin soldu” diye bir türkü vardı. Gençliğimizde dinler, hüzünlenirdik. O diyarlarda güllerin açmasını bekleye duralım gariptir ki son yıllarda ne zaman Diyar-ı Şam'dan haberlere baksam gayr-i ihtiyari “Güzel Suriye sana ne oldu…” diye mırıldanır oldum. 

Pirimiz Muhyiddin-i Arabi; “Şam Allah'ın, arzında mümtaz kıldığı yerdir. Melekler kanatlarını onun üzerine germişlerdir. Allah kulları arasında seçkin olanları oraya tahsis eder” (Ebu Davud, 2483) nebevi sözüne istinaden ahir ömründe oraya yerleşti ve orada vefat etti. Kasyun dağının eteğinde yatıyor.

Dostlar, benim durumum çok kötü. Hani derler ya “Allah kimseyi benim durumuma düşürmesin!” kabîlinden. Vazifem gereği sekiz yılı aşkın bir süredir İstanbul ve Tahran arasında gidip gelen birisiyim. Ayın yarısı orada yarısı burada gibi. İstanbul'daki evimde izlediğim televizyon kanallarında Suriye rejiminin bombaladığı okulda parçalanan çocukların görüntülerini görüyor ardından yorumcuların o sünni çocukları vahşice katledenler üzerine yaptıkları yorumları izliyorum. Bir Sünni Türk olarak lanet olsun bu vahşete diyorum. 

Sonra Tahran'a gidiyorum. Bu sefer orada akşam haberlerini izliyorum. El-Kaide veyahut İşid benzeri Sünnilerin (?) yakaladıkları Şiileri nasıl işkence ile öldürdüklerini izliyorum (sansürsüz). Canlı canlı kalbini sökmelerden tutunuz ateşte kızarta kızarta yakarak öldürmelere kadar. Kurbanların yalvarmaları, çığlıkları tüylerimi diken diken ediyor. Bir İran'lı ve de bir şii olarak bunları izlesem ne yapardım diye empati kurmaya çalışıyorum. Çıldırıyorum ve aynı laneti burada da haykırıyorum. Buna kalp mi dayanır, asab mı dayanır? Bu karşılıklı ekran okumalarımdan vereceğim örneklerin sayısını yüzlere çıkarabilirim. 

Ama dostlar durun bir dakika, ortada bir gariplik var. 

KANDIRILIYORUZ!. 

Ne buradaki medya o haberi ve ne oradaki medya buradaki haberi göstermiyor. Herkes kendi mezhebine karşı yapılanları gösteriyor ama kendinden olanların yaptıklarını sansürlüyor. Halklar tek taraf gösterilerek kandırılıyorlar. Bir de kasabalı cahil din adamlarının aslına bakarsanız din kardeşi olan “ötekiler” aleyhinde abartmalı rivayetler ve hikayeler anlatarak takipçilerini nasıl Allah'ın ayetini ters çevirerek, yani tabir caizse “Kafirlere karşı merhametli birbirlerine karşı şiddetli (?)” hale getirdiklerini görüyorsunuz. Ayetin manasını tersine çevirenler anlaşılıyor ki bu sefer Hz. Peygamber'in; “Suriye konusu, sizin toplu gruplara ayrılmanıza müncer olacak: Şam'da bir grup, Yemen'de bir grup, Irak'ta bir grup!” (Ebu Davud, 2483) sözündeki rolü de üstlenmiş olduklarının farkında değiller. 

Dahası, siyasi erke yaranmak isteyen yalaka gazetecilerin ne sahadan ve ne de bölgede konuşulan dillerden haberleri olmadan, kahve içerken yazdıkları âfâki haberlerle, ateşi daha da körüklediklerine şahid oluyorsunuz. Tasavvuf tabiriyle hakka'l-yakînleri olmadığı gibi ayne'l-yakînleri ve hatta ilme'l-yakînleri dahi olmayan bu, bilgiden ve derinlikten uzak kalemşörlerden her iki tarafın yöneticilerinin de etkilendikleri verdikleri kararlardaki sürekli değişikliklerden anlayabiliyorsunuz. Bizde bunlar olurken bir takım ülkelerde de birilerinin her iki tarafın kanallarına bakıp keyifli keyifli purolarını içtiklerini görür gibiyim.

Bence James Bond filmleri izleyerek istihbaratçılık taslayanlar da ülke menfaatlerine zarar vermektedirler. Operasyonel anlamda delikanlılık işe yarayabilir ama gerçek silah bilgidedir, bilendedir. Yüzyılın başında Orta Doğu'yu siyasi olarak şekillendiren Sykes-Picot projesinin baş mimarı Mark Sykes bunu film çevirerek yapmadı. Londra'da oturarak da yapmadı. Osmanlı vilayetlerinde dolaştı. Halkların dillerini konuştu. Bugün sana yarın ona çalışacak olan tercümanla operasyon yapmadı. Çok okuyan birisiydi. Anılarını yayınladı. Osmanlı topraklarını itilaf devletlerince ilhak edilmesi yerine bölge bölge farklı kültür gruplarına bölmeyi teklif eden kişiydi. Londra'da adam tanıma sanatına sahip Kitchner gibi siyasiler daha 39 yaşındayken ölecek olan bu gençteki cevheri gördüler ve onun bizzat sahadan ayne'l-yakin ve ilme'l-yakin verdiği bilgilerle amel ettiler. 

Ben derim ki ülkemin insanının emniyet ve huzur içerisinde yaşaması ancak maceradan uzak soğukkanlı analizlere bağlıdır. Hakiki manasına erenler müstesna, iki duygusal alan olarak Dindarlık ve Milliyetçilik bazen kişilerin gözlerini kör edebilmektedir. Argo tabiriyle en çok gaza getirilen durumlar bu sahalardan çıkmaktadır. Halbuki bu durum âli menfaatlere zarar verebilmektedir. Bilgisiz güç, kuvvet değildir. Ortaya yemeği baş aşçı koyar ama büyük devletlerin mutfağında binlerce kişi çalışır. Küçük devletlerde ise bireysel şovlara dayalı ya tutarsa misali atışlar yapılır. Tutan tutar tutmayan da tutmaz. Gittiği yere kadar gider. Lakin unutulmaması gerekir ki bu keyfi ve duygusal durum rasyonel bir araç olan devletlerin beka sorununa ciddi manada açıklar verdirir. 

Bilindiği üzere geçen hafta son OPEC toplantısında petrolün arz ve fiyatının ayarlanmasında üretici ülkeler ittifak kararları aldılar. Peki Suudi Arabistan ve İran'ın baş başa görüşmeler yaparak İran'ın petrol arzını attırmasında ve de fiyatları yukarı çekmesinde anlaştıklarını biliyor muydunuz? Zira bir zamanlar İran OPEC'te ikinci ülke konumunda idi fakat ambargolar yüzünden bu derecesini kaybetmişti. Şimdi Suudi Arabistan'ın yardımıyla arzını attırarak yeniden bu mevkiini elde etmeye çalışacak. İran'a bir darbe de fiyatları düşürerek verelim diyen bazı güçlerin teklifini Suudi Arabistan yıllarca desteklemişti. Fakat aynı silah şimdi kendisini de vurmaya başlayınca her iki ülke ortak hareket ettiler ve fiyatları yükseltme kararı aldılar. Ne kadar güzel değil mi? İslam dünyasının iki zıt kutbu bir araya geldiler. Demek ki istenirse gelinebiliyormuş.

Lakin şimdi soruyorum, Yemen'de akan, Suriye'de akan kan petro-dolarlardan daha mı değerli? Binlerce masumun akan kanını durdurmak için niye bir araya gelinmez acaba? Niçin her iki tarafın din adamları Şii petrolü veyahut Vahhabi petrolü kullanmak caiz değildir diye fetva vermezler de Şii kanı veyahut Sünni kanı akıtmak için insanlık dışı, rahmet dışı, hikmet dışı fetvalar verirler?.. Ne bilsin ham, Allah'ın eşref-i mahlukat olarak yarattığı hazret-i insanın kanının göklerin sırlarını taşıdığını ve buna mukabil petrolün yerin dibinin irinini taşıdığını. Mesulüz, hepimiz mesulüz. Sünnisiyle şiisiyle hepimiz mesulüz.

Alemlere rahmet olarak gönderilen o kutlu nebi bir keresinde; “Eğer benim bildiklerimi siz bilseydiniz az güler çok ağlardınız” buyurmuştu. Şimdi siz bu cümleyi kendi işlerinizde de kullanabilirsiniz. Yani “Ah! Sıradan insanlar bir bilseydiniz bazılarının bildiklerini?”. Hasılı tek taraftan bakan, sadece kendine gösterildiğini gören tabakadan olmayı ne çok isterdim bir bilseniz. Ne rahat!. Şuraya bağır diyorlar bağırıyorsun, şuraya alkış diyorlar alkışlıyorsun. 

Tehlikeli şeyler söylediğimin farkındayım. “Sus Yunus!, Molla Kasım duyar” dediklerinde Yunus'un verdiği o muhteşem cevap şiârımızdır: “Ya ben öleyim mi söylemeyince”. 

Sözlerim kimseyi incitmesin. Dost acı söyler. Lakin münafıklar, iki yüzlüler şunu da iyi bilsinler ki “Şam münafıklarının, Şam mü'minlerine üstün gelmesi haramdır. Onlar ancak öfke ve keder içinde öleceklerdir” (Taberani).

Feryadıma, ol Şâh-ı Rusûl'ün; “Şam helak olduğunda artık ümmetimde hayır kalmamış demektir” sözünü bütün iz'an, vicdan ve irfan sahibi dostların dikkatlerine sunarak son vermek istiyorum.

Yorum Analiz Haberleri

"Suriye'den bize ne?" yaklaşımını besleyen körlük
Suriye devrimine çarpık ve indirgemeci yaklaşımlar
Yılbaşında normalleşen haram: Piyango
Yapay zeka statükocu mu?: ChatGPT'de cevaplar neye göre değişiyor?
Devrim ile derinleşen kardeşlik: Suriye & Türkiye