HAMZA TÜRKMEN, BALYOZ DAVASI KARARINI DEĞERLENDİRDİ
Balyoz Davası ve doğurduğu hukuki sonuçlar son günlerin haklı olarak basında ve kamuoyunda öne çıkan gündemleri arasında ağırlıklı bir yer teşkil ediyor.
Biz de Islah Haber olarak hem davaya müdahil şahıslar olmaları hem de öteden beri Türkiye’deki darbeci askerî vesayet sistemine karşı istikrarlı bir mücadele hattıyla öne çıkan öncü şahsiyetler olmaları itibariyle değerli ağabeylerimizin değerlendirmelerini öğrenip okurlarımızla paylaşalım istedik.
Balyoz söyleşilerimizin ikincisi olan Haksöz Dergisi yazarı ve aynı zamanda Balyoz müdahili Hamza Türkmen ağabeyimizin konuyla ilgili değerlendirmelerini ilginize sunuyoruz:
Röp: Haşim Ay / Islah-Haber
***
ASKERLER, EŞİT VATANDAŞLIĞI VE MEMURLUĞU ASLA KABUL ETMEDİLER
Türkiye’de eli silah tutan bürokrasi, laik-jakoben elitlerle de irtibatlı olarak tek parti döneminden bu yana halkın insani ve İslami değerlerine karşı sürekli olarak bir vasi edasıyla davrandı. Batıcı-Türkçü subay kadroları Lozan’da İtilaf devletlerinin onayına bağlı olarak Cumhuriyet kurulduğundan bu yana hep laik-Kemalist rejimin lejyonerleri gibi eğitildi; toplumun Batılılaşması ve sekülerleştirilmesinde öncü rol üstlendi.
Türkiye’de generaller ve kurmay subaylar, Talat Aydemir cuntasında olduğu gibi iç çelişkileri dışında, hep hukuk ve yargı sisteminin üstünde bir özerklik içinde yaşadılar. Cumhuriyetin bu imtiyazlı subayları kendilerini hep halkın, siyasetin ve partilerin üzerinde gördüler; eşit vatandaşlığı ve memurluğu asla kabul etmediler. Darbelerle, muhtıralarla ve azarlayıcı demeçlerle sivil yönetimleri ve halkı sürekli terbiye etmeye çalışan bir müstağnilik içinde oldular. Bu tavırlarıyla Türkiye’yi Batılılaştırmak ve İslami bütünlükten uzaklaştırmak isteyen işgalci İngiliz ve Fransız subaylarından çok daha fonksiyonel işler yaptılar.
TBMM’ye karşı ekonomik ve hukuki alanda denetlenemez; ama halkın dinî aidiyetlerini sürekli denetleyen TSK statüsü hep bir vesayet sistemini ifade etti. Kemalizm’in bu vasi gücü en son olarak 28 Şubat 1997’de ve peşinden de Batı Çalışma Grubu, Balyoz Darbe Planı gibi süreçlerle ve 27 Nisan 2007’de Türkiye yönetimi üzerinde ağırlığını hissettirmeye çalıştı.
MAHKEME KARARLARI, DARBECİLER AÇISINDAN CAYDIRICI BİR HAMLE OLMUŞTUR
Darbeci bir gelenek ve eğitimden gelen TC paşalarının ve kurmay subaylarının Balyoz Darbe Planı içindeki teşebbüslerine sivil yargı tarafından soruşturma açılması bir ilktir. Daha önce 12 Eylül hakkında soruşturma açan Cumhuriyet savcılarının nasıl görevden uzaklaştırıldığını hatırlayınca bu ilk teşebbüsün önemi ortaya çıkmaktadır.
Sonra da Balyoz Davası ile ilk defa sivil yargı, eli silahlı bürokrasiyi keyfî icraatlarından dolayı hesaba çekebileceğini göstermiştir. Bu cesur adım, Türkiye’nin normalleşmesi süreciyle paralelleşmiş ve gayri nizami dayatmaların püskürtüleceği kararlılığı sergilenmiştir. Dün sivil bir insana karşı cürüm işleyen bir TSK mensubu astsubayı bile yargılayamayan Türkiye hukuk sisteminin, şimdi darbeci paşaları yargılama seviyesine ulaşması, darbeciler açısından caydırıcı bir hamle olmuştur.
KATİLİMİZE BİLE ADALETSİZLİK YAPILMASINI İSTEMEYİZ
Darbeciler, adalet ve özgürlük taleplerinin en büyük düşmanlarıdır. Ancak bizler, darbeci düşmanlarımızın bile adaletle yargılanmalarının asıl olduğuna inanan bir dinin mensuplarıyız. Katilimize bile adaletsizlik yapılmasını istemeyiz. Bu bağlamda Balyoz Davası’nda da bazı hukuki tanımlama yanlışları var ise, dava kararlarının gerekçelerine bakılarak Yargıtay sürecinde bazı düzeltmeler ve hafifletmeler de yapılmalıdır.
MAĞDURİYETİMİZ KİŞİSEL BİR MESELE DEĞİLDİR
Balyoz Davası’na müdahil olmamızın gerekçesi, savcılığa intikal eden belgelerde “irtica” iftirasına muhatap oluşumuz, bu ithamla ismimizin fişlenmiş olmasıdır; ayrıca mensubu olduğum Haksöz Dergisi’nin ve Özgür-Der’in tırnak içinde söyleyecek olursam “irtica” odakları olarak gösterilmesidir.
Batı Çalışma Grubu’nun yaptıklarını andıran Balyoz belgelerinde, İslami kimliği ve aidiyeti ile zalim ve zorbalar karşısında insan hakları davası güden Özgür-Der’in düşman konsepti içine alınması; diğer İslami kuruluş ve cemaatlere yöneltilen “irtica” ithamının Haksöz Dergisi için de kullanılması ve muzur kişiler olarak fişlenmemiz hesap sorulacak ciddi bir küstahlıktı. İslami değerlerimize ve varlığımıza düşman olan bu Batıcı, ilerlemeci, Kemalist darbecilere karşı 28 Şubat’tan beri meydanlarda yürüttüğümüz mücadeleyi, hukuk alanında da tanıklaştırmak sorumluluğu içinde Balyoz Davası’na müdahil olduk. Hedef gösterilen birçok isim içinden sadece dört kişi; Özgür-Der Genel başkanı Rıdvan Kaya, gazeteci-yarar ağabeyimiz Abdurrahman Dilipak, Hukukçular Derneği Başkanı Av. Cavit Tatlı ve ben…
Bizim mağduriyetimiz kişisel bir mesele değildir. Mağduriyetimiz İslami değerlerimizin maslahatı ve Müslüman halkın özgürlüğü ve menfaatleri çerçevesinde ele alınmalıdır. Stratejik oyun söylemiyle yapılan askerî plan kapsamı içinde sanal da olsa Fatih ve Beyazıt camilerinin bile bombalanması düşüncesini gündemleştirebilen hain ve edepsiz bir zihniyetle karşı karşıyayız. Bu hain ve edepsiz zihniyet, sivil alandan askeri alana kadar Türkiye’nin kültürel, siyasal, ekonomik hayatından tamamen tasfiye edilmeden bu konudaki mağduriyetlerimiz son bulamaz.
PLAN BAŞARILI OLSAYDI, 1945 ÖNCESİ TC ŞARTLARINA GERİ DÖNERDİK
Balyoz Darbe Planı ile AK Parti’ye dayatılan Türkiye halkının Irak’ta ABD yanında savaşa sürüklenmesini ve Türkiye’de yeni ABD üslerinin kurulmasını ifade eden 1 Mart 2003 Tezkeresi aynı zamanda gündeme gelmişti.
AKP, ya İsrail ve Amerikalı neo-conların çıkarları doğrultusunda Irak’ta bataklığa sürüklenecekti; ya da 28 Şubat’ta geliştirilen “irtica” kampanyaları ile kamuoyunda yaygınlaştırılacak korku atmosferi içinde alaşağı edilecekti.
28 Şubat’ın oluşturduğu halk ve İslam düşmanı Batı Çalışma Grubu’nun çizgisini güçlendirmeye çalışan hukuk katili General Çetin Doğan rehberliğindeki bu terörist plan başarılı olsaydı, 1945 öncesi TC şartlarına geri dönerdik. Yeni oluşturulacak sistem de Baasçı Esad Rejimi’nden farklı olmazdı.
MAĞDURİYETLERİMİZİ BİZLER BİR DİRENİŞ İBADETİ OLARAK ALGILADIK
Balyoz Darbe Planı’nın Batı Çalışma Grubu’nun oluşturduğu istihbarat ve fişlemeler üzerinden hareket ettiği anlaşılıyor. Bu dönemdeki TSK içinde oluşturulan ve okutulan gizli hizmet içi eğitim kitapları ve raporlarında Haksöz Dergisi ve daha sonra da Özgür-Der, diğer İslami çevreler gibi İsrail karşıtı, irticacı ve tehlikeli odaklar olarak gösteriliyor; kartel medyasına ve o zamanki DGM’lere bu istihbari iftiralar bilgi olarak servis ediliyordu.
Haksöz Dergisi’nde darbecilere karşı yaptığımız yayınlardan dolayı hedef gösterme ve halkı birbirine düşürme gibi atılı suçlarla müteaddit defalar DGM’lerde yargılandık, ağır para cezalarına çarptırıldık. Müteaddit defalar bürolarımız, evlerimiz basıldı. Gözaltılar ve gözaltında tehdit ve işkenceler yaşandı.
28 Şubat sürecinde İmam-Hatip Okullarının kapatılmasından, başörtüsü yasaklarına; kimlik ve düşüncelerimizin yasaklanmasından, İsrail’le stratejik işbirliği anlaşmalarına kadar tepkilerimizi sürekli olarak meydanlarda Türkiye ve dünya gündemine taşımaya çalıştık. Çok acılar çektik; ama mağduriyetlerimizi bizler bir direniş ibadeti olarak algıladık ve yerine getirdik.