Katar Krizini Batı Nasıl Okuyor?

​​​​​​​Bütün olarak AB blokuna baktığımızda, krizin çözümü konusunda diplomasinin öne çıkartılarak tansiyonun düşürülmesi gerektiğini önceleyen bir söylemin hakim olduğu görülüyor.

Marmara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Emel Parlar Dal, Suudi Arabistan öncülüğünde 5 Arap ülkesinin Katar’a uyguladığı kuşatmanın Batı tarafından nasıl okunduğunu değerlendirmiş. Analiz Batı’da Katar konusunun nasıl ele alındığını görme açısından önemli ip uçları veriyor.

Emel Parlar Dal / Anadolu Ajansı

5 Haziran’da Suudi Arabistan, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Yemen ve Bahreyn’in Katar ile diplomatik ilişkilerini kesme kararıyla başlayan yeni Körfez krizi görünürde Katar üzerinden vuku buluyor. Oysa yaşananların, başta Riyad olmak üzere Kahire ve Abu Dabi’nin, Ortadoğu’da Suriye kriziyle birlikte değişen dengeleri kendi lehlerine çevirmek için kurgulamış oldukları bir bölgesel güç mücadelesi olduğu dikkate alındığında, Batılı güçlerin krizin arka planına ve yeni ittifak hatlarıyla oluşacak yeni Ortadoğu düzeninde kendilerini nasıl konumlandıracağına odaklanacağını düşünebiliriz.

Burada tabii ki Batı’yı tek bir blok olarak, tek bir Körfez politikası ya da tek bir Katar politikası olan bir yapı olarak düşünmek yanıltıcı olacaktır. Bütün olarak AB blokuna baktığımızda, krizin çözümü konusunda diplomasinin öne çıkartılarak tansiyonun düşürülmesi gerektiğini önceleyen bir söylemin hakim olduğu görülüyor. Böyle olmakla birlikte, Avrupa ülkelerinin Körfez’deki ülkelerle enerjiden finansa kadar bir çok sektörde farklı yakınlıkta ilişkili olduğu dikkate alındığında, bütünlükçü kurumsal söylemin tonunun aksine, daha alçak ve tam anlamıyla angaje olmaktan uzak bir tonun, Avrupa ülkelerinin liderleri tarafından benimsendiğinin altını çizmekte fayda var.

Öte yandan ABD’nin ise krizin başladığı ilk günden itibaren, Trump’ın ilk Ortadoğu ziyaretin ilk durağının Riyad olmasının simgesel anlamını adeta bertaraf etmek istercesine, tüm taraflara aynı mesafede duran bir tutum izleyerek krizin çözülmesi için ortak zemin yaratılması çağrısında bulunması, aslında Körfez’de patlak veren krizin arkasında farklı hesap ve çıkarların olduğunu göstermesi açısından önemli. Suudi Arabistan, Mısır ve BAE’nin Katar’ı ve dolaylı olarak onunla sıkı diyalog halindeki diğer bölge ülkelerini --ki bunların başında İran ve Türkiye geliyor-- sıkıştırma planını, ABD’nin kısa vadede geri dönüşümü olacak bir kriz olarak görmediği, tam tersine, Ortadoğu’da yeni bir bloklaşma üzerinden gündem değiştirici etkisi olan, orta ve uzun vadede sonuçları olacak bir mikro kriz olarak değerlendirdiği ileri sürülebilir. ABD başkanı Trump ve dışişleri bakanı Tillerson bir çok kez İran’ın terörizmi destekleyen bir devlet olduğunun altını çizmişler ve bu devlete karşı yaptırımların devam etmesi gerektiğini vurgulamışlardı. Kısacası, yeni Amerikan yönetimi, Obama döneminin İran’la ilgili kazanımlarını terse çevirmek ve önlerine çıkan her fırsatta --ki buna mikro krizler de dahil-- İran meselesini tekrar gündeme taşımak istiyor.

AB açısından ise İran kazanımı tarihi bir başarı ve kesinlikle muhafaza edilmesi gerekiyor; hatta ABD ile ters düşme pahasına bile olsa. ABD ve AB’nin İran meselesindeki farklı yaklaşımlarının Katar krizinin çözümüne nasıl yansıyacağını şu aşamada kestirmek zor olsa da, esasen Katar krizinin İran’la bağlantısı, her iki aktörün kriz sonrası nasıl bir Ortadoğu resmi hayal ettiğini göstermesi açısından önemli. Peki, İran konusunda farklılıklarını bir yana bırakırsak, AB ve ABD Katar krizine nasıl bakıyor? Aile içi ve kısa sürede çözülecek ve sürdürülmesi mümkün olmayan bir kriz olarak mı görüyor? Her iki aktörün Katar kriziyle ilgili öncelediği konular nelerdir?

Katar krizi ve AB

Krizin AB kanadında nasıl karşılandığını anlamak için, ilk önce Katar’ın AB bloğuyla, özellikle de Arap Baharı sonrası hızla artan ticari ve diplomatik ilişkilerinden bahsetmek gerekiyor. Katar’ın AB ile ilişkisinin hem ikili seviyede hem de (Körfez İşbirliği Teşkilatı’nın bir numaralı ticaret ortağı olması nedeniyle) örgütsel seviyede seyrettiğinin ve Arap Baharı sonrası diplomatik olarak eskiye göre yakınlaşma eğilimi gösterdiğinin altını çizmek lazım. Öyle ki, örneğin 2011’den sonra Katar ile AB arasında beş kere yıllık yüksek stratejik diyalog toplantısı düzenlenmiş, 2012 yılında ise ilk defa Körfez İşbirliği Teşkilatı’ndan bir üye devletle, yani Katar ile AB arasında Katar-Avrupa Dostluk Vakfı kurulmuş. AB’yi Körfez İşbirliği Teşkilatının en önemli stratejik ticaret ortağı olarak gören Katarlı yetkililere göre, ülkelerinin AB ile 2010 yılında 38 milyar dolar olan ticaret hacminin 2014 yılında 138 milyar dolara yükselmesi, Katar ile AB arasındaki mevcut ticaret potansiyelini göstermesi açısından önemli bir gösterge.

Ayrıca 2008 yılında Körfez İşbirliği Teşkilatı ile AB arasında son bulan serbest ticaret anlaşması görüşmelerinin yeniden başlayabilmesi için Katar AB tarafıyla gayri resmi görüşmeler de yürütüyor. Yine aynı şekilde Katar, Körfez İşbirliği Teşkilatı ile AB arasındaki enerji güvenliği alanındaki işbirliğini ileri götürmeyi hedefliyor. AB’deki parasal birlik ve ortak para birimi politikasını Körfez İşbirliği Teşkilatı’na da uyarlamayı arzu eden Katarlı yetkililer, 2007’de Oman’ın, 2009’da ise BAE’nin çekilmesine rağmen, bu politikanın Körfez ülkeleri tarafından benimsenerek AB’de olduğu gibi Körfez’de de ortak bir merkez bankası ve sermaye piyasaları kurulması gereğinin altını çiziyor ve kurumsal uyumlaştırma, ticaretin yönetimi, sınır ötesi işbirliği, göç, terörizmle ortak mücadele ve istihbarat paylaşımı gibi konularda, AB modeline benzeyen bir bölgesel entegrasyon modelinin Körfez’de de hayata geçirilmesinin önemini vurguluyorlar.

Katar’ın AB ile 2011’den sonra yeni bir ivme kazanan kurumsal işbirliğinin yanı sıra, Fransa ve İngiltere (her iki devletle özellikle silah ticareti alanında ve İngiltere ile likit doğal gaz ihracatında) başta olmak üzere, Almanya, İtalya ve İspanya’yla (özellikle yatırım, teknoloji ve ‘know-how’ transferi alanında) yakın ikili ilişkileri var. Görünen odur ki Katar, gerek AB ülkelerine gerekse de AB komşuluk alanındaki diğer devletlere --ki bunların arasında AB üyesi olmayan doğu Avrupa devletleri de önemli yer tutmakta—karşı, Körfez’deki komşularına göre, proaktif bir dış politika izliyor. Literatürde ‘küçük devlet’ olarak nitelendirilse de, Körfez İşbirliği Teşkilatı’nın diğer üyelerinin aksine, bazı konularda ezber bozan ve değişimi destekleyen politikalar üretiyor.

Bu arka planı çizdikten sonra, Haziran 2017 Körfez krizi ve Katar ablukasının Avrupa’da nasıl yankı bulduğundan ve krizin çözülmesi için atılan adımlardan kısaca bahsetmekte yarar var: Krizin başladığı ilk günden itibaren, AB’nin tarafları diplomatik diyaloğa çağırmasının yanı sıra, Fransa cumhurbaşkanı Macron’un da krizin ana aktörleri olarak gördüğü Katar emiri Şeyh Tamim bin Hamad Al-Thani’yi, Suudi kralı Selman’ı ve İran cumhurbaşkanı Hassan Ruhani’yi tek tek arayarak bütün taraflara diyalog çağrısında bulunduğunu görüyoruz. Yine 16 Haziran’da, krizin çözümü için Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Fransız mevkidaşı Macron ve Katar emiri ile üçlü bir telekonferans gerçekleştirdiğinin ve krizin yaptırımlar yerine diyalog yoluyla çözümü konusunda görüş birliğine vardıklarının altını çizmekte fayda var.

Katar krizi, Brexit sonrası AB ilişkilerinin belirsizliğini koruduğu, ülkede parlamento seçimlerinin yapıldığı, Manchester ve Londra’daki DEAŞ kaynaklı terör saldırıları sonrası kritik bir döneme rast gelse de, İngiltere’nin de özellikle Suudi tarafına diplomatik baskıyı artırdığı ve Katar’ın izolasyonuna bir an evvel son verilmesinin Körfez’deki birliğin yeniden inşa edilmesi için elzem olduğunu vurguladığı biliniyor. Katar’a verilen on üç maddelik ültimatomun süresinin 48 saat uzatılmasının ardından, Avrupa’da başta İngiltere ve Fransa olmak üzere, bu ülkeyle ekonomik ilişkileri güçlü olan devletlerin tüm taraflara diyalog telkini konusunda seslerini yükselttiği görülüyor.

ABD’nin ikinci Körfez sınavı

Trump’ın ilk Ortadoğu ziyaretini Suudi Arabistan’a gerçekleştirerek yeni Amerikan yönetiminin Suudi Arabistan’ı Körfez’in, hatta Ortadoğu’nun ‘büyük ağabeyi’ olarak gördüğüne dair ilk sinyali vermesinin ardından patlak veren krizin, esasen bir anlamda ABD’yi de ters köşeye yatırdığı söylenebilir. Aba altından sopa gösterilerek özellikle ‘cihatçı’ terörün finansmanı konusunda Katar’ı engellemek isteyen ve aynı zamanda İran meselesini de gündeme taşımak isteyen ABD’nin, başta Suudi Arabistan, Mısır, Bahreyn ve Yemen dörtlüsünün Katar’ı izole ve marjinalize etme politikasını stratejik olarak desteklediği düşünülebilir. Böyle olmakla birlikte, son bir ay içinde krizin nasıl bir gelişim izlediğine bakıldığında, Körfez’deki tansiyonun yükselmesinin ve Ortadoğu’daki ikinci bir krizin, orta ve uzun vadede ABD’yi köşeye sıkıştıracağı da açık.

Uzatmaların sonunda Katar’ın önceki cevabından farklı ve bütün istekleri kabul edecek kadar tavizkar bir tutum izleyeceğini düşünmek şu aşamada gerçekçi değil. Öte yandan, uzatmaların sonunda krizin nereye gideceğini, derinleşip derinleşmeyeceğini ya da ablukayı başlatan dörtlünün bir sonraki adımının ne olacağını şu aşamada kestirmek de güç. Görünen o ki, taraflar pozisyonlarından geri adım atmadığı ve AB ve ABD’nin her iki taraf üzerinde ‘uzlaşılabilir ve harekete geçilebilir’ yeni bir zemin oluşturulması için baskıyı arttırmadığı takdirde, krizin kısa vadede çözülmesini beklemek safça olur.

Yeni Körfez krizi esasında ABD’yi Körfez konusunda daha hassas ve dengeli bir politika izlemeye zorluyor ve Körfez politikaları hakkında mevcut yönetimdeki görüş ayrılıklarını da ortaya çıkarıyor. Öyle ki, bir yandan ABD dışişleri bakanı Tillerson ve savunma bakanı Mattis uzlaşı ve diyalog çağrısı yaparak ‘makul’ bir anlaşmanın gerekliliğinden bahsederken, diğer yandan Başkan Trump’ın kendi ekibinden bazı kişiler, ABD’nin krizde Suudi Arabistan ve BAE’ye yaklaşan bir pozisyon almasının daha uygun olacağına dair görüş bildiriyor. Bu ikilem, esasında Trump ile birlikte öngörülemez ve inişli-çıkışlı hale gelen ABD dış politikasının bir uzantısı. Bu ikircikli politikaların da orta ve uzun vadede ABD’yi gerek Körfez bölgesinde ve Ortadoğu’da, gerekse diğer coğrafi alanlarda stratejik olarak zayıflatmasının mümkün olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Sonuç olarak, Batı’nın Katar krizi imtihanı, esasında bütünlükçü bir yaklaşımla, uluslararası terörle mücadele gibi meselelerde bölgesel ve küresel aktörlerin beraber ve eşgüdüm halinde hareket etmesi gerektiğini göstermesi açısından da önemli. Nitekim sadece terörizmin finansmanı konusunda Katar’ın tek başına günah keçisi haline getirilmesi pek inandırıcı değil. Ayrıca, hassas güç dengelerinin ve gruplaşmaların olduğu, mezhep çatışmaları ve sivil savaş şartlarının devam ettiği Ortadoğu’nun, yeni bir krizi kaldıramayacak durumda olduğu da açıkça görülüyor. Bu şartlar altında bölgesel aktörlerden beklenen rol, yeni krizler çıkarmaktan ziyade, terör gibi ortak meselelerde sorumlu, akılcı, sürdürülebilir ve hayata geçirilebilir politikalar izlemek. Batı’dan beklenen rol ise, ‘denge ve uzlaşı’ unsuru kimliğini yitirmemek için, yapıcı ve sorumlu uluslararası aktörlüğün bir gereği olarak, uluslararası meselelerin kurumlar üzerinden çözülmesi için çaba sarf etmesi.

Yorum Analiz Haberleri

Siyonistlerden dost olmaz, ne Kürtlere ne de bir başkasına
“AB İsrail’i daha ne kadar koruyacak?”
“BM Siyonizm'i ırkçılık saysın”
Gazze katliamında ABD'nin rolü
Endonezya’da “Değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen” madde: Filistin davası