Kasaba

Ahmet Altan

Filmin başında, yaşlı adam, yıllarca uzak kaldığı kasabasına döner.

Eski dostlarıyla kucaklaşır, komşularıyla hasret giderir.

Kasabanın dışındaki tepenin üstünde kurulu malikânede ise onun gençliğinde terk edip gittiği eski sevgilisi oturmaktadır.

Kadın çok ama çok zengindir.

Sonra kasabada tuhaf şeyler olmaya başlar.

Adam, anlayamadığı bir düşmanlık çemberinin yavaş yavaş kendisini kuşatmaya başladığını hisseder.

Ve, bir gece bütün kasaba adamı sıkıştırır dar sokaklarda.

Nereye kaçsa, düşman birilerine rastlar.

Anlar ki aslında bütün kasaba, bırakıp gittiği için kendisinden nefret eden o eski sevgilinin emrindedir.

Hepsi birlikte hareket etmektedirler.

Bazen bizim ülkenin de o “kasaba” gibi olduğunu düşünüyorum.

Farklı farklı görünüyorlar ama hepsi tepedeki şatoda oturan birinin emrinde.

Bizim Ergenekoncuların İranlı eski bir bakanla, bir Rus milletvekilini öldürttüklerini açıklayan bir mektup yakalandı Ergenekon sanığı bir sendikacının evinde.

Bu haber herkese gitti.

Biz manşetten verdik.

Bir de Zaman gazetesi daha ufak olarak gördü.

Televizyon kanalları arasında da sadece ATV bu haberi görmeye cesaret edebildi.

Diğerleri tümüyle sessiz kaldı.

İşte bu sessizlik buradaki insanların düşmanı.

Gerçeklerle halkın arasına bu “sessizlik” giriyor.

Okuyucularını inanılmaz bir biçimde kandırıyorlar.

Kendi aralarında “AKP düşmanları”, “AKP destekçileri” olarak ayrılmışlar.

Sanki müthiş bir dövüş varmış gibi yazılar yazıyorlar.

Bir yiğitler, bir yiğitler, yani o kadar mı yiğit olunur...

Ama mesele “devletin işlediği cinayetlere” geldi mi ne yiğitlik kalıyor, ne tartışma.

O güzel dillerini, o güzel kulaklarına sokup susuyorlar.

Hepsi o kâbus dolu kasabanın adamı oluyorlar.

Zaten bütün oyun da burada.

Farklı farklı insanlar gibi gözüküp aynı “şatonun” emrinde olmalarında.

Yıllarca bu oyunla gizlediler gerçekleri.

Öyle olmasa binlerce faili meçhul cinayet işlenebilir miydi bu ülkede?

Hiç mi biri, “bu cinayetleri kim işliyor” diye merak etmedi?

Merak etmediler.

Çünkü cinayetleri kimin işlediğini zaten biliyorlardı.

Bakın, Güngören’de alçakça bir bomba patlatıldı geçen yıl.

İnsanlar öldü.

Birilerini “bombacı” diye yakalayıp götürdüler.

Biz o zaman, “bu işte bir tuhaflık var” diye çok yazdık.

Ama yetkililer ve gazeteler, “PKK” deyip çıktılar işin içinden.

Hatta İçişleri Bakanı, “Güngören bombacıları PKK’lı, Beylikdüzü’nde de aynı ekip bomba patlattı” diye açıklama yaptı.

Şimdi ortaya çıktı ki Beylikdüzü’nde bombayı patlatanlar polismiş.

Ne olacak şimdi?

Beylikdüzü’nde bombayı kimin patlattığını bildiğine çok emindi bakan.

Güngören’de kimin patlattığını bildiğine emin olduğu gibi.

Bildikleri yanlış çıktı.

Güngören’de doğru adamları yakaladıklarına nasıl emin olacağız?

Ya orada da yanlış adamları yakaladılarsa?

Gazeteler niye bu işin üstüne hiç gitmedi?

On üç yıl önce Güçlükonak’ta içinde on bir kişinin olduğu bir minibüs yakılmıştı.

“PKK yaktı” diye yazdı herkes.

Önce Aktüel dergisi sonra biz minibüsü “devlet görevlilerinin” yaktığını yazdık.

Eski bir bakan buna tanıklık ediyordu.

Diyarbakır savcısı nihayet bu olayla ilgili soruşturma açtı.

33 asker öldürüldüğünde de sessiz kalmışlardı.

O zavallı çocukların birileri tarafından ölüme gönderildiği anlaşıldı sonradan.

Ya Kıbrıs’a ne demeli?

Yıllardır bilinir Kıbrıs’ın bir “kontrgerilla ve uyuşturucu merkezi” olduğu.

Mehmet Altan defalarca yazdı.

Hiç kimse aldırmadı.

Bugün Kıbrıs’taki çetenin de belgeleri çıkıyor.

Ergenekon sanığı sendikacının Kıbrıs seçimlerine milyonlarca dolar döktüğü anlaşılıyor.

O sendikacı o paraları nasıl buldu?

Eğer o paralar işçilerinse nasıl o paraları işçilerden habersiz “yasadışı” işler için kullandı?

Sendikanın parasını kendi kişisel bağlantıları için harcamak “zimmetine para geçirmek” değil mi?

Gazeteler bunun hesabını sordu mu?

Hayır.

Bizim yiğit gazeteciler, Ergenekon diye bir şey olmadığını, ordunun içinde darbe çalışmalarının yapılmadığını kanıtlamaya çalışıyorlar.

Neden yapıyorlar böyle?

Ergenekon’un olmadığına gerçekten inandıkları için mi?

Peki, içinden bombaların, patlayıcıların, silahların çıktığı o cephanelikleri, Özden’in ve Balbay’ın günlüklerini, yazışmaları, konuşmaları, bizim yayınladığımız “lahikaları” bilmiyorlar mı?

Görmediler mi, okumadılar mı?

Biliyorlar, gördüler, okudular.

Ama onlar o kasabanın insanları.

Onlar halkın değil, “şatonun” hizmetindeler.

TARAF