Bu şimdi değişiyor... Siyaseten sorumlu olanlar toplum karşısına çıkma ve kendini anlatma zorunluluğu hissediyor. Çünkü dolaylı olarak da olsa artık toplumun konuşacağı bir süreçteyiz ve şiddetin çözümü zorlama imkânı kalmadı.
Bu durum devletin de PKK'nın da davranış kalıplarını değiştirecek, onları şeffaflaştıracak, böylece eleştiriye açacaktır. Nitekim Taraf gazetesinde Ahmet Altan'ın PKK lideri Murat Karayılan'a hitaben yazdığı köşe yazısı, mukabil bir mektupla karşılanmış durumda. Karayılan'ın bu uzun 'kendini anlatma' mesajının kendisi açısından artı hanesine yazılacak birçok yönü var. Her şeyden önce böyle bir çabayı anlamlı bulması bile, gerçekte barışçıl bir yolun tercih edildiğinin veya arandığının işareti.
Karayılan'ın mektubu Kürt siyasetinin 'klasik' tespitlerini bir kez daha yineleyerek başlıyor. Bu değerlendirmenin üç unsuru var: Mağduriyet, asimetri ve sorumluluk. Yani Kürt halkının 'sömürgeci bir asimilasyon' politikasına ve katliamlara maruz kalmış olması, Kürt siyasi hareketinin bu baskıyı gerçekleştiren devletle aynı kefeye konamayacağı ve yaşanan süreçte asıl sorumluluğun devlette aranması... Bunlar neredeyse bütün gözlemcilerin de üzerinde hemfikir olduğu noktalar. Diğer bir deyişle meselenin 'zeminine' baktığımızda Kürtlerin taleplerinin haklılığı ve meşruiyeti konusunda, onlara yaşatılanların bir zulüm olduğunda geniş bir konsensüs var. Dolayısıyla tartışılmakta olan ve geleceğin kurulmasında etkili olacak konu bu zemin değil, o zemin üzerinde nasıl bir siyaset oluşturulduğu.
Karayılan en azından siyasi hedefler açısından olumlu bir pozisyon savunuyor. Örneğin BDP'li milletvekillerinin Meclis'e dönüp dönmemesi konusunda "Biz, vekillerin seçilmiş olduğuna göre, nihayetinde Meclis'e gidebileceklerine hep inandık" diyor. Kendi tutumlarını ortaya koyarken "Özellikle savaşmak isteyen, savaşa silaha âşık ve savaşla sonuca gitmek isteyen noktada bir hareket" olmadıklarını vurguluyor. Daha da ileri giderek "PKK... Türkiye halkına karşı da sorumluluk duymaktadır. Bu nedenle barışçıl bir çözüm için mütevazı davranmış, Türkiye toplumunun bütün hassasiyetlerini de dikkate alarak çözüm projesinin çıtasını oldukça aşağı çekmiş ve makul bir çözüm protokolü haline getirmiştir" diye yazıyor. Bunun pazarlık sınırını azaltmak için taktiksel olarak söylenmiş bir cümle olduğunu söyleyenler çıkacaktır. Ama önemli olan bu cümlenin 'olumlu' bir jest, birlikteliğe yönelik bir irade beyanı olarak sunulmasıdır. Karayılan, çözümün maksimalist bir anlayışla oluşmayacağının Kürt siyaseti tarafından içselleştirilmiş olduğuna işaret etme gereği duymakta...
Niyet ve hedef konusunun ötesine geçildiğinde ise, Karayılan yine kendi artı hanesine yazılacak samimi bir durum tespiti yapıyor ve aslında şu anki 'sorunu' özetliyor. İçinde bulunduğumuz koşulların muhtemel bir çözümün önüne iki yönden engel çıkardığını belirliyor. Bunlardan biri PKK'nın "dağda sisteme kavuşmuş olan bir gerilla örgütlenmesi" olması. Karayılan PKK'nın kolayca dağıtılacak bir direniş grubu olmadığını, kendini yeniden üreten bir hayatiyete sahip olduğunu, kendi etrafında bir dünya yarattığını ima ediyor. Dolayısıyla çözümün ancak "bu gücün toplumsal yaşama dahil edilmesi" ile mümkün olduğunu ve "diyalog ve toplumsal uzlaşma" olmadan da, bu sonucun elde edilemeyeceğini söylüyor. Kısacası PKK'nın kendisi kurumsal olarak hem bir engel hem de o engelin aşılmasını sağlayabilecek bir muhatap olarak sunuluyor. Karayılan'ın işaret ettiği ikinci engel ise, devletle Kürt siyaseti arasındaki güvensizlik ilişkisi. Hükümetin samimi olarak algılanmadığı, güvenin salt "kuru diyaloglarla" sağlanamayacağı tespiti yapılıyor. Türkiye'nin İran'la yaptığı anlaşma, polis teşkilatına yeni yatırımların yapılması hep bu bağlamda, yani hükümet politikasının gayri samimi olduğuna kanıt olarak algılanıyor. Böyle bakıldığında hükümetin Öcalan'ın çağrılarına yanıt vermemesi ve çözüm protokollerini (imzalamaması değil!) cevapsız bırakması, Karayılan açısından hükümetin art niyetli olduğunun da belirtisi haline geliyor.
Bu tabloya kendimizi Kürt siyasetinin içindeki herhangi birinin yerine koyarak baktığımızda, bu algının anlaşılır bir temele sahip olduğunu söylemek durumundayız. Gerçekten de hükümetin bu süreçteki performansının en azından ikircikli olduğu çok açık. Nitekim Karayılan'ın bir sorusunu herkesin önüne koyup düşünmesi gerekiyor: "Madem devletin Kürtçe anadil hakkını da içeren bir çözüm zihniyeti vardı, neden insanların kendi anadilleriyle savunma hakkı karşısında bu kadar sorun çıkardı?"
Sonuç olarak Karayılan'ın kamuoyuna ulaşma çabasını son derece olumlu bir gelişme olarak görmek gerek. Her iki taraftaki siyasetçilerin ve yürütülen siyasetin şeffaf olması gereken bir döneme giriyoruz. Toplumla konuşamayanın etkisizleşeceği bir süreçteyiz ve anlaşılan Karayılan bunun farkında...
ZAMAN