İnsanların hayatında olup-bitenlerle "tabiat"ta olup bitenler arasında temelde fark yoktur.
Şu kadar ki, "tabiat"ta cebr-i mutlak, yani Allah'ın kanunları mutlak hakimken, insanların hayatında Kader'in hükümlerinde insanın iradî tercih ve davranışları nazara alınır. Ama hem insanların hayatında, hem "tabiat"ta aynı kanunlar geçerlidir. Meselâ, yaz mevsimi çıkacağı zaman en son ekimde pastırma yazı denilen ağustos sıcakları, kış mevsimi çıkarken de nisan içinde "kocakarı soğukları" ve "eşini koca öküzden ayıran", yani koca öküzün ölümüne sebep olan soğuklar görülür. Ölümü gelen hastanın "son iyiliği" olur; iyileşecek hasta, iyileşmesine yakın daha da ağırlaşır. Bu gerçekten dolayıdır ki meşhur Sühreverdî, "Karar kararabildiğin kadar; karanlığın en son noktası, aydınlığa açılmanın ilk noktasıdır." demiştir.
Bunun gibi, yeryüzünde Rahman'ın Arşı ile şeytanın ana üssü aynı mekânda, Mekke'deki Harem bölgededir. Kâbe, Rahman'ın Arşı iken, şeytanın ana üssü de, Mina'da üç noktada taşlandığı yerdedir. Yine, insan kalbinde de Arş-ı Rahman, Allah'ın, meleğin ilham merkezi ile şeytanın vesvese merkezi bir arada bulunur. İşte, dünyanın kalbi olan içinde bulunduğumuz kutlu coğrafyanın asırlardır merkez üssünü oluşturan ülkemizde Arş-ı Rahman, Allah'ın, meleğin ilham üssü ile şeytan'ın tahtı bir arada yer aldığı içindir ki, bir yanda "oluk oluk nur", diğer yanda "oluk oluk kir" akmaktadır. Bir yanda fecir emareleri hissedilirken, diğer yanda karanlık üstüne karanlıklar sökün etmektedir. Bu hal, bilhassa yaz mevsiminde kara yağmur bulutlarının semayı kapladığı zamanlara da benzetilebilir. Çoğumuz bu "sıkışmış" bulutlardan yağmur bekleriz. Ama Peygamber Efendimiz (sas), böyle zamanlarda elleri üstüne çöker ve o bulutların felâket değil, rahmet getirmesi için dua buyururdu. Buyururdu, çünkü Âd kavmi böyle beliren ve onlar yağmur beklerken üzerlerine 7 gece 8 gündüz toz yağdıran bulutlarla helâk edilmişti. İşte böyle dönemlerin ve şartların rahmetle neticelenmesi için her zamankinden daha çok dua, istiğfar, muhasebe ve murakabe gerekmektedir.
Nasıl Türkiye bu şartlarda ise, dünya da benzeri şartları yaşamaktadır. "Ben tok olduktan sonra herkes açlıktan ölse bana ne!" ve "Sen çalış ben yiyeyim!" esasları üzerine oturan ve faizi, fakirin, fakir ülkelerin alın terini ve kaynaklarını sömürmeyi temel alan modern ekonomik, sadece ekonomik değil, bütün yönleriyle modern sistem, yıkımın eşiğindedir. Kur'an, açıkça faize dayalı sistem ve muamelelere karşı Allah ve Rasûlü'nün harp açtığını beyan buyurur. Dolayısıyla böyle sistemlerin devamı mümkün değildir. Ayrıca, Allah'ın kerim yarattığı beşer nasıl "esir olmak istemezse" ve esaretin, köleliğin zincirlerini kırmışsa, "ecir" olmak, yani ücretli ve dilenci olmaya da ilânihaye katlanamaz. Bu sebepledir ki, küçüğünü önceki asırlarda yaşayan dünya, çok daha büyük tabakât-ı beşer, yani sınıf savaşlarına, fakirlerin zenginlere karşı hurûcuna gebedir. ABD'de başlayan, şimdi güneyden itibaren AB'yi sarsan iflaslar, krizler, çok büyük çalkantılar getirecektir. Büyük krizler, çok büyük doğuşlarla biter. I. Dünya Savaşı'ndan sonra 1920'lerin sonunda patlak veren kriz, o dönemde İslâmî mesaj dünyaya takdim edilebilecek seviyede temsil edilemediği için faşizmi ve nazizmi doğurmuştur. En sonunda II. Dünya Savaşı'yla sonuçlanan bu kriz, bu savaşın ardından, yine İslâm'ın her zaman terütaze mesajı henüz dünya ölçeğinde seslendirilemediği için Demir Perde'ye yol açmıştır. Şimdi dünya, çok daha büyük krizlerle sarsılmaktadır; fakat artık dünyaya yayılan, nokta nokta vahalar oluşturan İslâmî mesaj, düne göre daha gür sesle yankılanmakta ve müspet cevaplar almaktadır. Ve inşallah krizlerle, savaşlarla sarsılacak olan yaşlı dünyamız, kendisini mecburen İslâm'ın kucağına teslim edecektir. Ama bu da, daima yeni kalabilmeye, yepyeni nesillere ve İslâm'ın mesajını daima tazeliğiyle temsil ve tebliğ edebilmeye bağlıdır.
ZAMAN