Ahmet Varol / Yeni Akit
Karantina mı vahşet mi?
Çin’in Sincan Uygur Özerk Bölgesi olarak isimlendirdiği bizim Doğu Türkistan olarak bildiğimiz bölgenin başkenti Urumçi’de 24 Kasım akşamı, Covid-19 salgınına karşı sürdürülen tedbirler çerçevesinde karantina altında tutulan bir apartmanda meydana gelen yangında resmi açıklamalara göre 10, gayriresmi kaynaklara göre ise en az 35 kişi dumanların ve alevlerin arasında kalarak hayatını kaybetti.
Bu olay Doğu Türkistan bölgesi başta olmak üzere muhtelif şehirlerde tepkilere ve protesto gösterilerine neden oldu. Çin zulmü gösteri düzenleyenlere sert muamelelerde bulundu. Daha sonra Çin Komünist Partisi oldukça tehditkâr bir açıklama yaparak karşıt grupların eylemlerinin bastırılması için çok sert davranacaklarını bildirdi. Anlaşıldığı kadarıyla Çin’deki diktatörlük eylemlerin sert bir şekilde bastırılması için acele edilmemesi durumunda geniş bir alana yayılmasından ve adeta bir sele dönüşmesinden sonra da önüne geçilmesinin mümkün olamamasından endişe ediyordu. O yüzden zulüm uygulamalarını protesto edenlerin baştan gözlerini korkutmak gerektiğini düşünüyordu.
Yangında o kadar insanın hayatını kaybetmesine Çin diktatörlüğünün sözde “Covid-19 karantinası”nın sebep olduğu yorumlarda dile getirildi. Dikta rejimi bu konudaki eleştirilere cevap vermek için yangının çıktığı bölgenin düşük riskli olarak tanımlandığını, dolayısıyla içindekilerin dışarı çıkma imkanı olduğunu iddia etti. Ancak bağımsız kaynaklar bölgenin bilakis yüksek riskli olarak tanımlandığını, dolayısıyla evlerin kapılarının açılıp açılmadığını gösteren bir sistem uygulandığını, kapıları açmanın ise ağır bir cezası olması sebebiyle insanların çıkmaktan korktuklarını, bu sebeple alevler ve dumanlar arasında kalarak can verdiklerini dile getirdiler.
Yangının çıktığı bölgeyle ilgili “düşük riskli” ve “yüksek riskli” tanımlaması konusundaki ihtilafı bir an için kenara koyup sadece “karantina” iddiasıyla insanlara yapılan muamelenin insani açıdan bir değerlendirmesini yapalım. Buranın “düşük riskli” bölge olduğu iddiası doğru olsa dahi demek ki yüksek riskli bölgelerde insanlar, hayatlarına mal olacak afetler karşısında bile dışarı çıkma engeline maruz kalma gibi bir insanlık dışı muameleye maruz kalabiliyorlar. Hayvanların ahıra kapatılması gibi evlerine kapatılıyorlar. Kapılarını açmaları durumunda ağır bir cezaya maruz kalacaklarını düşündükleri için hayatlarını tehlikeye atma pahasına da olsa içerde kalma zorunluluğu duyuyorlar. Salgından kaynaklanan tehlike karşısında kendi kendilerini murakabe edecek ve tedbirlere bağımsız iradeleriyle uyabilecek bir bilinç düzeyinde görülmüyorlar. Dolayısıyla kapılarının üzerlerine kapatılması gerektiği düşünülüyor ki bu da dediğimiz gibi onların insan değil tamamen hayvan muamelesine tabi tutulması anlamına geliyor. İşte Çin’deki dikta rejiminin kendi vatandaşına bakış açısı bu!
Kaldı ki yaşanan olay Çin diktatörlüğünün iddiasını yalanlıyor. İki yönden yalanlıyor. Ya bağımsız kaynakların iddia ettiği gibi burası gerçekten “yüksek riskli” bir bölge olarak tanımlanmıştı ve o yüzden insanlar kapılarının açılmasının kendilerine bir maliyeti olacağından korktular. Yahut aynı şey düşük riskli bölgeler için de söz konusu olduğundan ve bu bölgelerde karantinaya alınmış olanlar da rejimin tehditlerinden aşırı derecede korktukları için kapılarını açıp dışarı çıkma cesareti gösteremediler. Her ikisi de hakim sistemin ne derece vahşi, gaddar ve insanlık dışı bir politika izlediğinin göstergesidir.
Covid-19 etrafında geliştirilen komplo teorileri tartışmaya açık olmakla birlikte Çin’deki zulüm rejiminin bu salgını birtakım kirli ve karanlık hesapları için kullandığı konusunda herhangi bir şüpheye artık mahal yoktur. Özellikle Doğu Türkistan bölgesinde yaşayan Müslüman Türkler aleyhine izlediği kirli ve karanlık politikalarında Covid-19 salgınıyla ilgili sözde tedbirleri ve uygulamaları bir araç olarak değerlendirdiği buraya tahsis ettiği birtakım çirkin muamelelerde ve uygulamalarda zaten görülmektedir.