Karanlık ve Kirli Geçmişi Sahiplenmek

AK Parti sözcüleri daha dün Erdoğan’ın Cumartesi Anneleri ile görüşmesini, eski devlet anlayışının reddi ve hak odaklı yeni bir devlet anlayışının nişanesi olarak sunuyorlardı. Bugün ise aynı Cumartesi Anneleri’nin sırtına terörist yaftasını geçiriyorlar.

Vahap Coşkun, Serbestiyet.com sitesindeki yazısında Süleyman Soylu’nun “Cumartesi Anneleri” hakkındaki uygulamaları ile ortaya çıkan tartışmayı yorumluyor:

Hasan Ocak, 21 Mart 1995’te evinden çıkar ve bir daha kendisinden haber alınamaz. Gözaltından yeni çıkan ve İnsan Hakları Derneği’ne (İHD) başvuran biri, Ocak’ı hücrede gördüğünü ve ona ağır işkence yapıldığını anlatır.

Hasan’ın annesi Emine Ocak “15 gündür oğlum kayıp” diye feryat figan eder. Dönemin kudretli başsavcısı Nusret Demiral’ı rahatsız eder bu haykırış ve anne hapishaneye yollanır. Ocak’ın kaybının ardından iki ay geçer, ancak bir bilgiye ulaşılamaz. Ocak ailesi, hemen her gün iyi ya da kötü bir haber almak umuduyla Adli Tıp’ın yolunu tutar. Bir gün önlerine üç dosya konur; dosyalardan biri oğullarına aittir.

Soğuk dosyadan yansıyanlar kanlarını dondurur. Katiller, Ocak’ı iple boğmuşlar, tanınmaması için yüzünü kesip parçalamışlardır. Kayıtlara göre Ocak, 26 Mart’ta katledilmiştir. Ölü bedenini jandarma bulmuş ve Savcılığın emriyle “kimsesizler mezarlığına” defnedilmiştir.

Dosyalardan bir diğeri ise Rıdvan Karakoç’undur. 20 Şubat’ta ailesi ile telefonda konuşmuş, polis tarafından izlendiğini ve endişeli olduğunu söylemiştir. Rıdvan’ın son görüşmesi olmuştur; ailesi bir daha ona ulaşamamıştır. Hasan Ocak’ın ağabeyi kardeşini bulduğu fotoğraflara baktığında Karakoç’un da yürek parçalayan sonu ortaya çıkmıştır. O da 26 Mart’ta öldürülmüş ve Ocak ile aynı yere atılmıştır. “Parmak uçları mürekkepli, ayakkabıları bağcıksız, tırnakları mor ve koltukaltları yırtılmıştı.” (Gökçer Tahincioğlu, “3 adam ve 1 Cumartesi,” Milliyet, 06.04.2014)

Mezarı olmak ve yas tutmak

Mart 1995’teki bu hadiseler, Türkiye’deki uzun soluklu bir sivil eylemin başlamasına neden olur. 27 Mayıs 1995’te İstanbul’da Galatasaray Lisesi’nin önüne 20 kadın gelir. Yakınları gözaltına alınmış, işkenceden geçirilmiş, öldürülmüş ve kaybedilmiştir. Talepleri, gözlerinden sakındıkları sevdiklerinin başlarına nelerin geldiğini öğrenmektir. Öldürülmüşlerse onları bulmak, bir mezar başında yaslarını tutmaktır. Ve çocuklarını, yakınlarını, eşlerini ellerinden alanların hak ettikleri cezaları almalarını sağlamaktır.

Çocuklarının akıbetini öğrenmek için bir araya gelen kadınlar kendilerine bir isim vermezler. Medya, Arjantin’de cunta döneminde kaybedilen yakınlarını bulmak için Plaza Del Mayo Meydanı’nda toplanan annelerden mülhem onlara Cumartesi Anneleri der. Toplum da bu adı benimser. Başlangıçta birkaç aile ve insan hakları savunucuların katıldığı eylem zamanla büyür. Devletin ilgisi (!) de gecikmez elbette. 1998’e kadar olan süreçte polis birçok defa eyleme müdahale eder.

“Gözaltında kayıp diye bir şey yoktur”

1998’de Sezen Aksu, Cumartesi Anneleri’ne ithaf ettiği bir şarkı yapar. Popüler bir sanatçının gösterdiği ilgi kamuoyunun da dikkatini annelere yöneltir. O sırada İçişleri Bakanlığı koltuğuna Mehmet Ağar oturur. Kayıp, işkence ve yargısız infaz vakalarının ayyuka çıktığı dönemde Emniyet Genel Müdürü olarak görev yapan Ağar, Cumartesi Anneleri’ne de çok sert tepki gösterir. Resmi söylem; “gözaltında kayıp” diye bir şeyin olmadığı ve kayıp olduğu söylenen kişilerin gerçekte terör örgütlerine katıldığı üzerine kurulur. Ailelerden, terör örgütlerinin değirmenine su taşımamaları, devletin yanında yer almaları istenir. Ağar’ın sertlik politikasının bir gereği olarak polis eyleme katılanlara saldırır. Bir gözaltı furyası başlar, katılımcılar çeşitli davalarla yıldırılmaya çalışılır. Buna mukabil Cumartesi Anneleri, eylemlerini 200. haftaya kadar devam ettirir. 13 Mart 1999’da 200. bulaşma gerçekleşir ve ardından eyleme “belirsiz bir süre” ara verilir.     

Devletin, Cumartesi Anneleri’ni kabulü

31 Ocak 2009’da Cumartesi Anneleri tekrar Taksim’de buluşmaya başlar. Aradaki on yıl eylemsiz geçmesine rağmen kamuoyunun kayıplar noktasında daha bir duyarlı olduğu görülür. 2010’da ünlü İrlandalı grup U2 İstanbul’da verdiği bir konserin öncesinde 1995’te kaybedilen Fehmi Tosun’un eşi Hanım Tosun ile görüşüp sahnede de“Fehmi Tosun’u unutmayın” diye seslenince, Cumartesi Anneleri  uluslararası kamuoyunun da gündemine girer.

2011’de dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Cumartesi Anneleri’ni Dolmabahçe Sarayı’na davet eder. Onları dinler, taleplerinin takipçisi olacağını söyler. Akabinde Erdoğan bu görüşmeyi partisinin grup toplantısında anlatır. Bilhassa kayıp oğlunun geleceğini umut ederek 31 yıldır evinin kapısını açık tutan Berfo Ana ile olan diyalogundan söz ettiğinde AK Parti grubunda birçok vekil gözyaşlarını tutamaz.

Cumartesi Anneleri’nin eylemi bu görüşmeden sonra da sürer. 699 haftayı devirirler. Geçen Cumartesi 700. hafta olacaktır. Bunun için özel bir çağrı videosu yayınlanır. Videoda, Ahmet Kaya’nın 1995’te yakınlarını kaybedenlerin yürüttüğü mücadeleye destek olmak için söylediği “Beni Bul Anne” adlı şarkısı kayıp yakınları tarafından seslendirilmektedir.

Ancak AK Parti iktidarı döneminde Cumartesi Annelerine müdahale etmeyen polis bu kez aşırı bir müdahalede bulunur. Katılımcılara plastik mermi ve gazla saldırılır, katılımcılar darp edilir ve gözaltına alınır. 700. haftada annelerin oturmasına izin verilmez.

Meşru bir eyleme gayri-hukuki müdahale 

Türkiye’nin meşruiyeti en güçlü eylemine yapılan bu devlet müdahalesinin hukuki bir tarafı bulunmuyor. Çünkü gerek yürürlükteki Anayasanın 34. maddesi ve gerek Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 11. maddesi, barışçıl toplantı ve gösteri hakkını teminat altına alır. Cumartesi Anneleri’nin barışçıl bir eylem olduğuna şüphe yok.

 “699 hafta boyunca tek bir örgüt pankartı olmadı. Slogan atılmadı. Her hafta yarım saatlik sessiz bir oturuşun ardından bir gözaltında kaybın öyküsü anlatıldı.

 “699 hafta boyunca gözaltında kayıpların siyasi çıkarlar için kullanılmayacak kadar büyük bir insan hakları ihlali olduğu anlatıldı, adalet talep edildi. Varsa kemikleri, mezarlarının yeri gösterilsin istendi.

 “699 hafta boyunca yüzlerce insan tek bir kemiğe hasret yaşadı. Bazıları Berfo Kırbayır gibi o kemiğe hasret öldü.” (Tansu Pişkin, Cumartesi Anneleri/İnsanlarının Devletin “Gücüyle” 700 Haftalık İmtihanı, bianet, 28.08.2018, 

Muhalefeti terör ile özdeşleştirmek

Yani bağırma yok, çağırma yok, kavga yok, gürültü yok, şiddet yok. Dolayısıyla böylesine barışçıl bir eyleme TOMA’larla, biber gazlarıyla, plastik mermilerle, tekmelerle, tokatlarla saldırmanın hukuki bir izahı da yok. Ama siyasi bir manası var. Başlıca iki siyasi sonuç çıkarmak mümkün.

Birincisi, AK Parti iktidarı kendine muhalif saydığı her grubu terörle irtibatlandırmaya gayret ediyor. Son derece demokratik bir eylemi de terör parantezine alıp topluma bunu “suç” olarak sunuyor. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun yaptığı açıklama bunun mümtaz bir örneği. Soylu, Cumartesi Anneleri’ni “doğrudan doğruya terör örgütünün sözcülüğünü yapmak” ile itham ediyor:

 “Hiçbir şey yapamıyorsa eylemlerine sessiz ve tepkisiz kalıyorlar. Örgütlere bir ‘poker yüzü’ temin etmeye ve aslında bir meşruiyet alanı açmaya çalışıyorlar. Bugün terör örgütleri, bu odaklar eliyle bir başka istismar alanı peşinde koşuyorlar: Anne istismarı. Yapılmak istenen çok açıktır. Annelik kavramı üzerinden bir mağduriyet oluşturup, hem teröre bir mağduriyet maskesi giydirmeye çalışıyorlar, hem de toplumu ayrıştırmaya çalışıyorlar.”

700 haftalık tecrübe, Soylu’nun söylediklerini yalanlıyor. Zaten Soylu da konuşmasında iddialarına kanıt teşkil edecek herhangi bir bilgi vermiyor. Bana göre, annelerin istismar ettiği bir şey yok. Ancak İçişleri Bakanı’nın kendisi “terör” kavramını her gün istismar ediyor. Zira o, muhalefeti terörle özdeş kılmaya çalışıyor. Böylece meşru bir talebi kriminalize ederek o talebin meşruiyetini gölgelemek, muhalefeti bir bütün olarak marjinalleştirmek ve demokratik olanı da içinde olmak üzere muhalefetin tamamını boğmak istiyor. Bundan âlâ istismar mı olur?

Ayak bağı olan demokratik değerler

İkincisi, müesses nizam karşısında kendini zayıf hissettiği dönemlerde AK Parti demokratik ve hukuki hamlelere ağırlık veriyor ve onlardan güç devşirmeye çalışıyordu. AB ile bütünleşmek için reformlara hız verilmesi, Kürt meselesiyle yüzleşilmesi, Dersim’den ötürü özür dilenmesi vb adımların hepsi o dönemde atıldı.

Bugün ise farklı bir hava var. Devlete tümüyle hâkim olduğunu düşündüğünden olsa gerek AK Parti geçmişte sıklıkla müracaat ettiği demokratik değerlere şimdi bir ayak bağı muamelesi yapıyor. Hukuki taleplere, iktidarını çözen/çözecek olan bozucu unsurlar olarak bakıyor. Ve bunların karşısında kendisinden önceki iktidarlar ne yapmışsa aynısını yapıyor; devlet adına yapılan bütün hukuksuzlukları üstleniyor.

Cumartesi Anneleri’ne reva görülen muamele de bu bağlamda değerlendirilebilir. AK Parti sözcüleri daha dün Erdoğan’ın Cumartesi Anneleri ile görüşmesini, eski devlet anlayışının reddi ve hak odaklı yeni bir devlet anlayışının nişanesi olarak sunuyorlardı. Bugün ise aynı Cumartesi Anneleri’nin sırtına terörist yaftasını geçiriyorlar.

O anneler 1990’larda işkenceden geçirilen, katledilen ve kaybedilen çocuklarını arıyorlar. İktidarın tek bir vazifesi olabilir: O da, annelerin haklı arayışlarına duyarlı olmak ve taleplerini karşılamak için devletin gücünü seferber etmektir. Her çeşit istismarın önüne de ancak böyle geçilebilir.

İktidarın üzerine düşen görevi yapmak yerine anneleri terörle ilişkilendirmesi ve onlara destek olanlara “paçoz” demesi, 1990’ların karanlık, kirli ve kanlı geçmişine sahip çıkmak anlamına gelir.

Yorum Analiz Haberleri

"Suriye'den bize ne?" yaklaşımını besleyen körlük
Suriye devrimine çarpık ve indirgemeci yaklaşımlar
Yılbaşında normalleşen haram: Piyango
Yapay zeka statükocu mu?: ChatGPT'de cevaplar neye göre değişiyor?
Devrim ile derinleşen kardeşlik: Suriye & Türkiye