Karakol

Ahmet Altan

O ilk ânı düşünün.

Karanlığın içinde kıpırtıları fark ettiğiniz, ya da kuşkulu bir sesi duyduğunuz, ya da çevrenizdeki ateşlerin birden çoğalıverdiğini gördüğünüz, “sarıldık” diye düşündüğünüz ilk ânı.

Zifiri bir karanlıkla çevrelenmişsiniz, nerede olduklarını bilmiyorsunuz, kaç kişi olduklarını, ne zaman, nasıl saldıracaklarını bilmiyorsunuz.

Telsiz tıkırtıları çoğalıyor.

Karanlığın içinde gölgeler hareket ediyor.

Sadece saldıracaklarını biliyorsunuz.

Ve, sizi öldürmek istediklerini.

Avuçları terlemiştir çocukların o ilk anda.

Ölümün dehşetini, çaresizliği, yalnızlığı hissetmişlerdir.

Gecenin içinden bir megafondan çıkan bir ses duyulmuştur belki, bir “teslim olun” çağrısı... Belki de o bile olmamış, aniden karanlığı bölen kızıl alevlerle silahlar patlamaya başlamıştır.

Ardı ardına ateşlenen tüfeklerin sesleri dağlarda yankılanarak çoğalırken, üstünüzden geçen kurşunların vınlamasını duyarsınız.

Sonra tanıdığınız bir ses “ah” diye bağırır.

Biri yere devrilir.

Sağ çıkma ihtimalinizin çok az olduğunu bilir ve tetiğe basarsınız.

Ve, mermileriniz bitene ya da bir kurşun sizi yakalayana kadar ateş edersiniz.

Dayansanız, çatışsanız, dövüşseniz, yiğitçe direnseniz de sonuç değişmez.

“Yardıma gelecekler” umudu da yoktur.

Yardıma gelmeyeceklerini bilirsiniz.

Sizi oraya, dağların arasındaki derme çatma kulübelere koyanlar, sizi orada terk etmişlerdir.

Naralar, bağırtılar, inlemeler karışır silah seslerine.

Gelenler gittikçe yaklaşırlar.

Ölümdür o yaklaşan.

Sarıyayla’da çatışan çocukların silahları yetersizdi.

Çevreyi görmelerini, gelenleri izlemelerini sağlayacak gerçek “kameraları” bulunmuyordu.

Oralarda baskın olacağını bile bile çocukları o çaresiz durumda bırakmışlardı.

O karakolun bir doktoru, bir reviri, doğru dürüst bir ilaç dolabı bile yoktu.

Sarıyayla’da bir geceyarısı ölen yiğit bir uzman çavuşun 23 yaşındaki karısının anlattıklarını okuyacaksınız bugün bizim gazetede.

Kocası, o çatışmadan beş gün önce aramış onu, yirmilik dişi çıkıyormuş, apse yapmış, ilaç aramış, bir kutu antibiyotik bulmuş.

“Tarihi geçmiş” bir kutu antibiyotik.

“Bunu alayım mı” diye soruyormuş karısına, “bunu içsem ölür müyüm?”

Çocukları alın, baskında kendisini bile savunmaya yeterli olmayan karakollara koyun, yanlarına bir doktor bile vermeyin.

Vurulduklarında yaralarını bile saramasınlar.

O çocukların baskına uğramasını engelleyecek hiçbir önlem almayın.

Baskına uğradıklarında yardıma gitmeyin.

Ambulansın iki saatte gittiği karakola siz saatler sonra yardım kuvvetleri gönderin.

Sonra gazetelerde çocukların “kahramanlık” hikâyelerini yazın.

O çocuklar yiğit, o çocuklar kahraman, askerlerini korumak için canını veren astsubaylar, arkadaşını koruyabilmek için göğüs göğse çarpışan erler var.

O erlerin çoğu, bırakın çatışmayı, doğru düzgün silah kullanmayı bile bilmiyor.

Vuruşuyorlar, ölüyorlar, öldürüyorlar.

Siz o çocuklara, içecek su bile vermiyorsunuz.

“Pilavlarını dereden çektikleri suyla” pişiriyorlar.

Niye yapıyorsunuz bunu?

Bu çocukları neden böyle kolayca ölüme gönderiyorsunuz?

Savaşı bilmeyen çocukları savaşa sürüyorsunuz, kendini koruyamayan karakollar kurup çocukları içine hapsediyorsunuz, doktor vermiyorsunuz, ilaç vermiyorsunuz, baskın olacağını öğreniyor önlem almıyorsunuz, çatışıyorlar yardım göndermiyorsunuz.

Onlar yoksul, kimsesiz, sahipsiz çocuklar, ölümlerinin hesabını kimse sormaz, kimse “niye onları öldürttünüz” demez.

Eğer o ölümlerin hesabı sorulsaydı, ölen her askerin hesabını vereceğinizi bilseydiniz, bu savaş bu kadar uzun sürmezdi.

Hiç hesap vermediğiniz için “barış” girişimleri yapılırken “operasyonları” hızlandırıyor, savaşı kışkırtıyor, baskınlar için önlem almıyor, yoksul Türk çocuklarıyla Kürt çocuklarının birbirlerini öldürmelerine göz yumuyorsunuz.

O dağlarda çatışan çocukların hepsi, ırkları, kimlikleri, inançları ne olursa olsun, ölümü göze alan, ölüme yürüyen, ölen, yiğit çocuklar.

O çocuklara layık olan, o çocukların ölüme yürürken gösterdiği yiğitliğin yüzde birini “barışa” yürümek için gösterebilen bir tek ihtiyar bile yok bu ülkede.

“Savaşı” överken, o “ilk ânı” düşünün, çocukların avuçlarının nasıl terlediğini, nasıl dehşete kapıldıklarını düşünün, kendinizi ya da bir sevdiğinizi onların yerine koyun, sonra isterseniz, sonra vicdanınız elverirse, sonra içinizde bir yer sızlamazsa “savaşı” ve çocukları ölüme gönderenleri alkışlayın.

TARAF