Orhan Pamuk, geçtiğimiz günlerde yayımlanan “Venedik’te öpüşmek” başlıklı yazısında, mutlulukla öpüşen bir çiftin ruhunda bıraktığı izi anlatırken ne güzel itiraf etmişti: “Başkalarının mutluluğu, herkes gibi beni de biraz mutsuz eder, ama bu sefer böyle bir gölge geçmedi ruhumdan. Belki de Venedik’e bu sefer mutlu olmaya geldiğim için.”
Çok eskiden bir kadın arkadaşım, mutsuz kadınların mutlu olanları çekemediğini ve o nedenle arkadaş olmak için kendilerine benzeyenleri aradıklarını anlatmıştı (kendisi de mutsuz bir kadındı). Piyale Madra’nın çizgilerinde böyle çok kadın görürsünüz...
Yanlış anlaşılmasın, insan doğasının bir parçasından söz ediyorum, erkeklerin farklı olduğu gibi bir düşüncem yok. Ben şahsen erkekler için de kadınlar için de başkalarının mutluluğunu paylaşmaya gayret etmenin, başkalarının acılarını paylaşmaya gayret etmekten daha zor olduğuna inananlardanım.
“Gayret” kelimesini özellikle kullandım, çünkü ister “acı” söz konusu olsun isterse “mutluluk”, her iki durumda da hakiki bir “paylaşma”nın mümkün olamayacağını düşünüyorum. Fakat acı çeken insanların acılarını daha da büyütmemek, keza mutlu insanların mutluluklarını yaşamalarının önünde bir engel teşkil etmemek için yapabileceklerimiz var. Burada ise temel sözcük, insanların hiç tanımadıkları kişilerin isimlerinin önüne bile “sevgili” sıfatını ekledikleri bir ilişkiler yumağında sahteliği paçalarından dökülen “sevgi” değil, “saygı” olabilir ancak.
Şurada yüzyüze bakıyoruz, hiç tanımadığımız birinin acısını içimizde ne kadar hissedebiliriz? Kaçımız, bu soruya cevap verirken Serdar Turgut’un gösterdiği samimiyeti (cesareti?) gösterebiliriz:
“Baştan söyleyeyim. Ben dün neredeyse bütün gün çeşitli kanallara bağlanıp ne kadar üzüldüklerini anlatan gazeteciler kadar Türkan Saylan’ın ölümüne üzülmedim. Şahsen tanımadığım, yakın sıcak ilişkim olmamış insanların ölüm haberine fazla üzülemem. Hiç üzülmem demiyorum ama ancak makul bir noktaya kadar. Dün sabah saat 07.00’de televizyonu açtım. Amacım dünyada olup bitenler hakkında günün ilk haberlerini almaktı. Ama bu maalesef olamadı. Televizyon kanalları açısından dün dünyada sadece tek bir haber vardı. Türkan Saylan’ın ölümü ve bunun hakkında görüşleri sorulan yazarlar ekrandaydı. Birkaç bağlanılma talebini reddettim, çünkü diyeceğim bir şey yoktu. Kendimi zorlayarak üzgün görünmek istemiyorum. Aslında çok derinimden hissetmediğim üzüntümü anlatma sahtekarlığını hiç istemiyorum...”
Medya sevmesin, üzülmesin; saygılı olsun!
Herkesin birbirini “sevdiği” fakat kimsenin başkalarına saygı göstermediği bir toplumun medyasının da benzer bir yapıda olması gayet doğal; fakat onun bu çerçevede yarattığı etki üzerinde çok daha fazla düşünmek gerekiyor; çünkü medyanın kamusal bir niteliği var ve kötülüğü misliyle çoğaltarak yaygınlaştırma yeteneğine sahip...
Münevver Karabulut’un hayatına son veren tüyler ürpertici cinayetin medyadaki takibine bakıp da “Medya sevmesin, üzülmesin; saygılı olsun!” diye isyan etmemek mümkün mü? Görünüşte, Karabulut’un hazin sonuna isyan eden, adaletin yerine getirilmesi için çaba harcayan ve bu arada geride kalan ailesinin acılarına karşı da duyarlı olduğunu söyleyen bir medyamız var, değil mi?
Peki, yazılıp çizilenlere baktığımızda ne görüyoruz? Özellikle Sabah gazetesinin otopsi raporunun “tam metni”ni yayımlamasından sonra gazete ve televizyonlarda ortaya çıkan dizginlerinden boşanmışlık halini nasıl yorumlamak gerekiyor? Ortaya çıkan ve burada ayrıntı vererek çoğaltılmasına katkıda bulunmak istemediğim “şey”e gazetecilik demek mümkün mü? Karabulut ailesinin avukatı Farik Zorba’nın Hürriyet’ten Ayşe Arman’a verdiği telefon mülakatındaki şu satırları aktararak bu “şey” hakkında bir fikir vermiş olayım (aslında sırf gazetenin tercih ettiği başlık bile yeter fikir vermeye ama: “Cinsel ilişki yoksa Münevver’in bedenine sperm nasıl bulaştı?”):
“Cinayetin ayrıntılarının bu kadar detaylı yazılıp çizilmesini siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Tehlikeli buluyorum. Olay zaten fazlasıyla şiddet içeriyor, bunu böyle haberleştirmek, neredeyse olayı bütün topluma yaşatmak gibi bir şey. Bazı gazeteler şiddettin pornografisini yapıyorlar.
Ama siz de bana anlattınız...
- İyi de bu kadar detay vermedim. Ben size Münevver’in canlı canlı kesildiğini söyledim ama sonra bu söylediğimi gazetede okuyunca, söylemesem daha iyi olurdu diye düşündüm. Dün birtakım gazetelerde çıkanlar inanılır gibi değildi, topluma şiddet enjekte etmek tam da budur işte. Bakın, eskiden özendirici olabilir diye intihar haberleri yapmak yasaktı. Çünkü yaşadığımız toplumda sadece normal insanlar yok, psikopatlar da var. Eğer bu haberlerden sonra, bu şeklide öldürülen insanlar çıkarsa hiç şaşırmayacağım.
Adli Tıp raporunun gazetecilerin eline geçmesi normal değil mi?
- Gazetecilerin o raporu kafalarına göre yorumlamaları normal değil!”
Ve Taraf: “Bir cesedin başında sevişmek...”
Ailenin avukatının dile getirdiği “Gazetecilerin Adli Tıp raporunu kafalarına göre yorumlamaları” eleştirisini en fazla hak eden gazetelerden biri de Taraf’tı... Gazetemizin 30 mayıs tarihli nüshasında yer alan “Bir cesedin başında sevişmek...” başlıklı haberden söz ettiğimi anlamış olabilirsiniz... Haberin spotunu da okuyalım: “İddialar, yorumlar ve Adli Tıp raporu... Tüm bunlar, Türkiye’yi derinden sarsan cinayetin zanlısı Cem’in ya da arkadaşlarının tıpkı ‘Kadavra’ filminde olduğu gibi Münevver’in cesedinin başında seviştiği yönünde birleşiyor...”
Bu haberde yer alan kimi ayrıntıları da yukarıda ifade ettiğim “katkıda bulunmamak” kaygısı nedeniyle buraya almıyorum. Şu kadarını söyleyeyim: Haberdeki bütün bu ayrıntılar, Taraf okurlarını Münevver Karabulut’un “Kadavra” adlı filmdekine benzer bir tarzda öldürüldüğüne ikna etmek amacıyla sunulmuş. Gazetemize göre, “bu bilgiler dahilinde insanın aklına başka bir şey gelmiyor”muş: “Cem ve birkaç arkadaşı, gerçekten de ‘Kadavra’ filminde olduğu gibi bir yandan genç kıza öldürücü bıçak darbeleri saplarken bir yandan da sevişiyor olabilirler” miymiş?
“Haber” bu sorularla bitiyor ve hemen altında, okurların cevaplarını oluşturabilmeleri için, sözü edilen filmin anlatıldığı çerçeve yazı başlıyor. Onun başlığı da “En güzel cinayet oyunu Kadavra” diye tasarlanmış... Filmle olay arasında bu kadar büyük benzerlikler kurduktan sonra, Münevver Karabulut cinayetinin de “güzel bir cinayet oyunu” olduğuna sıçrayabilmek fazla zor görünmedi bana.
Basit bir soru soracağım: Bu korkunç felaket Taraf’ta çalışan bir gazetecinin başına gelseydi, böyle bir “haber” gazetede yer alabilir miydi?
Bu sorunun cevabı hiç kuşkusuz “hayır”dır. Çünkü o zaman acı, hakiki bir acı olacaktı. Gazetecilerden, hiç tanımadıkları insanların uğradığı felaketler karşısında, yakınlarının uğradığı felaketlerde olduğuna benzer bir yıkım yaşamalarını bekleyemeyiz. Fakat hakiki bir acı nedeniyle yapmayacakları şeyleri, tanımadıkları insanlara (da) duymaları gereken saygı nedeniyle yapmamalarını bekleyebiliriz, beklemeliyiz.
On yıl kadar önceydi, çok ünlü ve yetki sahibi bir gazeteci oğlunu bir kazada kaybetmişti. Haberi veren ve birkaç gün boyunca izleyen gazetelerin hiçbirinde hayatını kaybeden gencin fotoğrafı yer almamıştı. Babası öyle istemişti çünkü.
Bunu, Münevver Karabulut haberleriyle kıyaslayın, derdimi daha iyi anlayacaksınız.
TARAF